Hikmet-i hükümet geleneğini Erdoğan’ın şahsına indirgeyen strateji, onun ‘selameti’ adına herkese şiddet uygulamayı göze alabilecek bir noktaya geldi. Ergenekon ile başlayan şeyin bugün ‘paralel yapı’ ile mücadeleyle sürdürüldüğünü beraberce izliyoruz.

Zaruret devleti!

Güven Gürkan Öztan

İçinde yaşarken, ülkenin karanlık politik ikliminin dehlizlerine atılmış kendimize çıkış ararken, hapsedilmeye çalıştığımız hapishaneyi kuş bakışı seyretmemiz genellikle mümkün olmuyor. Ayrımcı, ahlâkçı, cinsiyetçi ve çoğu zaman tehditkâr bir siyasi üslubu kendine yol haritası olarak çizmiş iktidar kadrolarının akıllara ziyan ifade ve uygulamaları karşısında reaksiyoner bir politik hatta çekilmek dışında çözüm bulmakta güçlük çekiyoruz. Bu çerçevede çok yaratıcı ve ses getirici cevaplar üretildiğini teslim etmek kaydı ile iktidarın ajandasına göre yaşamaya mahkûm edildiğimiz gerçeğini de hafifsememek gerek. Gündemi belirleyecek, toplumsal tabanı genişletecek siyasi manevralar yapmadığımız sürece bu böyle devam edecek gibi. Roller Haziran direnişlerinde olduğu üzere eyleyen ve yaratanın biz olduğu gün değişecek.
Uzun zamandır AKP’nin devletleştiğini, devlet refleksleri verdiğini yazıyorum, yazıyoruz. Bugün, cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde, iktidarın hükmetme stratejilerini Ergenekon-paralel yapı tartışmalarını dikkate almadan deşifre etmek neredeyse imkânsız. Devletin kendini temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan yasalardan üstün görmesi, modern devletin oluşumunda ortaya çıkan marazi bir durumdur. Türkiye’nin yakın tarihinde önce İttihatçılar, sonra Cumhuriyet’in ve tek parti iktidarının kuruluşu ile muktedir olan kadrolar ve nihayetinde 2002 seçimlerini takiben AKP’nin parti kurmayları, devlet ile hareketi/partiyi birleştirmeyi denemiştir. Her bir örnekte bu durum farklı şekillerde tezahür etmiş olsa da aralarında ortaklıklar inkâr edilemeyecek boyuttadır. Öncelikle devlet aygıtlarını ele geçirmek, muhalifleri temizlemek için uygun fırsatı kollamak, adli mekanizmaları seferber ederek rakipleri tasfiye etmek ve nihayetinde devlet-parti özdeşliğini kurmak, sözünü ettiğim ortak stratejilerin en belirgin aşamalarıdır. Bu eksende ‘devlet aklı’-‘hikmet-i hükümet’ ile partinin menfaatleri aynı madalyonun iki yüzü haline getirilir.


Zaruret- şiddet sarmalı
AKP, on iki yıllık iktidar döneminde, özellikle 2010 sonrasında adım adım iktidarını kendi tabanı ve ona eklemlenmeye hazır olanlar için “zaruri” bir hale çevirdi. Klientalist ağları, devlet kasasına dolan paranın yeniden bölüşülmesini biat mekanizmalarına bağladı ve iktidarına hayali bir ‘zaruret’ üzerine atfetti. Öylesine bir zaruret iddiasıydı ki bu istikrar-demokratikleşme-vesayetten kurtulma vs. için iktidara yasaları istediği gibi eğip bükme hakkı tanıyordu. Önce AB uyum paketleri ile kamuoyunda olumlu bir intiba bırakarak başlayan süreç sonra birden iktidarın sınır tanımaz hükümranlığı için yasa çıkarma pratiğine dönüştü. Meclis’teki AKP milletvekilleri de yasa fabrikasına dönüşmüş parlamentoda otomat biçimde hareket eden makinelere…
İktidarın kendini ‘zaruret’ olarak kodlaması ile devamını teminat altına almak için ‘şiddet’ kullanması aynı zamanlara denk düştü. 2007’de bu anlamda Türkiye için bir dönüm noktasıydı. Bir yanda cumhurbaşkanlığı seçimi diğer yanda Ergenekon soruşturmalarına giden yol, aynı anda adeta zaman-mekân sıkışmasında patladı. AKP’nin askeri darbe tehdidi altında olduğuna dair ciddi bulguların Cemaat ‘marifeti’ ile ortaya döküldüğü bir konjonktürde, iktidar doğrudan ‘şiddet’e başvurdu. Yasaları askıya alan, var olan kanuni düzenlemeleri ‘zarurete’ göre büken bu tavır, sonunda suçlular ile suçsuzlar aynı torbaya atıp çalkaladı. Cemaat-AKP içiçeliğinin stratejik operasyonu, devlet şiddetine dönüşüverdi. Hikmet-i hükümet geleneğini Erdoğan’ın şahsına indirgeyen strateji, onun ‘selameti’ adına herkese şiddet uygulamayı göze alabilecek bir noktaya geldi. Ergenekon ile başlayan şeyin bugün ‘paralel yapı’ ile mücadeleyle sürdürüldüğünü beraberce izliyoruz. Daha önce yasayı askıya alıp tutuklama dalgası başlatan polis ve istihbarat görevlileri, şimdi de kendi silahları altında ecel terleri döküyorlar. Yöntem aynı, önce başlatılacak davanın pi-ar’ı yapılıyor; kamuoyu hazırlanıyor, listeler belirleniyor ve harekete geçiliyor. İktidarın izlediği yöntem gibi davalıların kendilerini savunma biçimi de aynı çerçevede şekilleniyor. Ergenekon sanıklarının bir bölümünün beyanatları ile tutuklanan polislerin ifadeleri arasındaki dilsel yakınlık ise siyaseti çok benzer bir biçimde algılandıklarını kanıtlıyor. Devlet için devlete müdahale! Unutulan ya da es geçilen şey, AKP’nin devletleşerek, Devleti yeniden ve yeniden inşa ettiği…
    

Kazanan Bildiğimiz Devlet
Ergenekon sanıkları arasında suçsuz nice insan olduğunu biliyoruz. Belki bu saptama, bugün gözaltına alınan ya da tutuklanan polislerin bir kısmı için de geçerli. Ergenekon tahliyelerinde dönüm noktası AKP- Cemaat kavgası oldu ve suçsuzlarla birlikte faili meçhullere imza atan, işkence yapan, göz kırpmadan insan öldürenler de dışarı çıktı. Muhtemelen iktidarın bir başka kanatla mücadelesinde ‘paralel yapı’nın elemanları özgürce arz-ı endam edecek hatta kaybettikleri itibarı geri kazanacak. İlker Başbuğ’un Cemaat’e dair ifadeleri, ulusalcı cenahın bir kısmının siyaseten Cemaat’e karşı AKP’ye hayırhah tavır takınması ve son olarak Erdoğan’ın “Başbuğ zamanında bizi uyarmıştı” demesi tesadüf değil. Canı yanmış paşalardan daha iyi müttefik nasıl bulunur!
Tayyip Erdoğan’ın Hrant Dink cinayetinde hem Ergenekoncuları hem de Cemaat’e yakın memurları aklar bir tutum sergilemesi ise kazananın devlet olduğuna dair kanaati güçlendiriyor. Zamanında Cemaat’ten isimler Ergenekon’u işaret edip Hrant Dink suikastından kendilerini aklamaya çalışırken şimdi de Başbuğ örneğinde olduğu gibi Ergenekon cenahı ellerini temizlemeye çalışıyor. İçinde Ergenekoncuların ve ‘paralel yapı’nın olduğu bir cinayeti “kişiselleştirilmiş dava” olarak lanse eden Erdoğan ise aslında kendi ikbalini bağladığı “zaruret devletini” korumakta. Çünkü o ‘zaruret’ tepesine çıkmak istediği devletin alamet-i farikası.