Demirkubuz’un Kıskanmak filminin Antalya’da kayda değer bir ödül alamaması, daha sonra 40 kopyayla gösterime girip 40 bin..

Zahit  Atam

Demirkubuz’un Kıskanmak filminin Antalya’da kayda değer bir ödül alamaması, daha sonra 40 kopyayla gösterime girip 40 bin bilet bile satamaması, basında her biri birbirinden kötü ahkâm kesen yazıların çıkması nedeniyle bir hayli hayal kırıklığına uğramış durumda. Bu hayal kırıklığının nedenleri arasında Yeni Türk Sinemasının içinde bulunduğu çok önemli paradokslarda var. Benim kısaca Kendi Yurdunda Sürgün Olmak dediğim paradoksun temel çelişkisi, ne kadar önemli film yapılırsa yapılsın, gerçekten belirli bir sanat düzeyini koruyan tüm eserlerin, vıcık vıcık duygulara oynamadıktan sonra, her biri birbirinden bayat mesajlarla yüklü olmadıktan sonra, hatta belirli bir acılık ve kötümserliği içerdikten sonra gişede 150 bin barajını aşması gerçekten istisnai bir durum haline gelmesidir.
Türkiye’de sineme eleştirisi ya da daha genel bir durum olarak adlandırırsak, filmlerin tüm izleyiciler nezdinde alımlanması, tartışılması, hayatlar ve insanın kendi iç dünyasıyla ilişki kurması  bağlamında değerlendirirsek, açıkça söylemek gerekir: Sinema sanatımız hem eleştirinin hem de seyircilerin düşündüklerinden çok daha ileridedir. Sanatımızın bu öncülüğü kendisine yapısal olarak belirli bir yalıtılmışlık, hatta terkedilmişlik duygusu getirmektedir.
İnsanlarımızda ve eleştirimizde yırtık egodan fırlar gibi patlayan sözlerle, aşırı yargılayıcı ve jet hızıyla sonuçlara ulaşan söylem hem izleyici nezdinde hem de ister meslekten olsun ister akademik olsun eleştiri ve yorumlarda çok açık olarak ortaya çıkmaktadır. Filmi alımlayan ve değerlendiren yargıların temelsizliği, daha da önemlisi keyfiliğinin karşısında sanatçımız hem güçsüz hem de muhatap bulamayan bir şekilde yalnız kalmaktadır. Arkadaşlar gerçek şudur ki, Türkiye’de hemen hiçbir film üzerinde gerçek bir tartışma ortaya çıkmadan filmler seyredilip ya da çoğu kere çok az seyredilip unutulmaya yüz tutmuş bir kalabalık içinde belleklerde derin izler bırakmadan kaybolup gidiyorlar.
Türkiye’de sinema açısından baktığımızda hayatımızdaki bu anlamsız keşmekeş, bu koşturmaca içindeki her yere yansıyan yüzeysellik, sözün bir ağırlık kazanmadan her şeyi bir etiketleme çabası, ister sanat eseri olsun, isterse başka bir kültürel ürün her şeyin kendi değerini düşünmeden çok hızlı varılmış yargının sonuçları ve hatta cezalandırıcı durum, sinema sanatımızı bugün için boğacak bir düzeye getirmiştir. Hayatımızda olmayan ağırlıklar, bizi sığ sularda olmayan meydanların kahramanı haline getiren kendi lokal adacıklarda sanat eserlerini tüketim nesnesine dönüştüren, onları hafifleştiren, hatta hayatımıza temas etmeyecek denli kıyıda köşede bir yerlerde tutan, kendimizle sanat eserini iç içe geçmeyecek denli sanat eserini “ötekileştiren” bir tavır genel olarak aşırı yaygın bir tavra dönüşmüştür.
Filmleri seyredip, hatta aldığı uluslar arası ödüle binbir kulp takıp yok saymak, filmler hakkında küçük fırtınalar koparıp bir anda o karmaşada eserleri mahkum eden tavır kültürel hayatımızın giderek yoksullaşan ve sıradanlaşan karakterinden besleniyor.
Dolayısıyla Kıskanmak ya da geçen yıl Pandoranın Kutusu ya da diyelim ki Nokta aynı kaderi yaşıyorlar. Bu kaderde belirgin olan sanat eserleri “uçucu bir nesneye indirgenip” incelenmeden, tartışılmadan, bizim için çok önemli alanlara nüfuz etmeden kaybolup gidiyorlar. Bu olgunun kendisi gittikçe daha bezgin ve daha güçsüz, sonuç olarak daha kendi kabuğuna çekilen yönetmenler ortaya çıkmasına neden oluyor. Sanatçımız kendini güçsüz hissediyor. Tartışmalar aptalca boyutlar içinde sıkışıp bireysel düellolara dönüşüyor. Kültürel olarak geçmişteki canlılık ve eyleme tutkusu yerine popülerlik ve hayattan el etek çekip susma ve bıkkınlık arasında içinde ölgünlüğe bırakıyor. Ne yapılması gerektiğini söylesen geçmişte anlamlı olabilecek bir dizi eylemi bir yandan gizli gizli sayıyor bu sanatçılarımız, ardından bunların hiçbirisi şimdi egemen olan ortamı değiştirmez diyerek, bu karmaşanın içinde kaybolup gider geriye ise anlamsız tortuları kalır diye gelen öngörülerden dolayı yönetmenlerimiz susmayı düşünüyorlar. En kötüsü de ne hayat hakkında ne Türkiye hakkında, hatta dünyanın gidişatı hakkında hiçbir felsefi ve düşünsel arkaplana dayanmayan, estetikle ve kişinin dünyayı duyumsamasıyla ilişkisi kurulmamış bir alanda gittikçe kendi sorularını art arda sıralayan dar bir alanda sohbetin konusu kilitlenmiş durumda. Olan basit bir şekilde iki yılda bir film yaptıklarında aynı sorular, aynı anlamsız yanıtlar içinde sıkışmış klişe söyleşilerin, onlardan çok daha derinliksiz eleştirilerle sinemamız entelektüel ve siyasi yapısını boğmaktır; sanatımızı sıradanlaştırıyoruz. Bu açıdan söylemek gerekirse, neredeyse kendi küllerinden doğmuş sinemamız bütünüyle yeni bir başlangıç yapmış olmasına rağmen, kendisini önceleyen 50 yıllık Yeşilçam’ın ritüellerine ve film yapma şablonlarına sığdırılabilecek bir tartışma düzeyiyle sıradanlaştırılıyor. Türkiye’de sinemadaki işler sanılanın aksine çok kötü gidiyor, çünkü kültürel hayatımız bütün sıradanlığı, güce tapınan atmosferi, iktidarın hep başımızın üstünde gezinen kolluk kuvvetleri, eğitimimizin bütün Cumhuriyet tarihinin en geri noktasında olması nedeniyle her yanımızı saran cahillik nedeniyle o kadar köklü bir kültürel yozlaşma ve kültürel tepkisizlikle örülmüş durumdayız ki; sinemamızın ya da başka bir sanat dalımızın çıkış yapabilmesi için sanatçıyı anlayan ve sanatçının ise toplumsal yapı hakkında gittikçe daha atak ve ciddi çıkışlar yapmasını sağlayan kültürel doku yozlaşmış durumda. Çünkü sevgili dostlar, kültürel hayatımıza baktığımızda, sinemamızda içinde olmak üzere, sanat eseri o kadar dar bir kültürel alana kıstırılmış durumda ki bu alanda toplumsal ve muhalif olanın hızlı adımlarla yürümesi imkânsızdır. Aksine sanatçı egemen ideoloji ve siyasi iktidara karşı konuşmaya başladığında “sanatçıya haddini bildiren” otoriter ses karşısında toplumun sesi araya girmeden boğulabilir. Sinemasal formlar konusunda devasa ilerlemeler gösteren sinemamız, toplumun hücrelerine nüfuz etmede ve muhalif kimliğin aklı ve güzel duyusu olma anlamında o kadar geriye düştü ki, geriye küçük burjuva yanılsamalara güzelleme yapan bir sosyal doku ve her şeyi sıradanlaştıran bir beğeni düzeyi kaldı. Sıradanlık ve tektiplilik bu toplumun dokusunda bu kadar derin köklere sahip hale geldiği için, hakikaten belirli şeyler köklü olarak değişmeden, çok şey de yapılamaz.