Savaş çanları çalarken içimizden biz zaten savaşta değil miydik, diye geçiriyoruz. Travma tanımı gereği fiziksel ve/veya psikolojik bütünlüğe bir tehdit içerir.

Zor zamanlarda bütün kalabilmek

Nesli Zağlı

Türkiye’de yaşayan, düşünen, yazan, çizen insanlar olarak her birkaç yazıda bir zorlayıcı yaşam olayları karşısında insanlık hallerini yazmaya alışmak zorunda olduğumuzu hissediyorum. Üstelik artık ülkenin tüm sosyal ve politik anlamdaki kıyımına, depreme, sele, yangına bir de savaş eklendi. Bundan sonrasında tek eksiğimiz nur topu gibi bir göktaşı ki, Amerikan sineması sağ olsun bize ruhsal olarak onun da provasını yaptırdı. Görünen o ki neslimiz, insan eliyle veya doğal yollarla olma kisvesi altında bir yığın felaketin sıkıştırılmış bir demo versiyonuna tanıklık ediyor ve edecek. Hal böyle olunca bir ruh sağlığı uzmanı olarak ben de bu çetin ve hırpalayıcı travmalar karşısında ruhsal anlamda nasıl sağ kalabileceğimize kafa yormadan edemiyorum. Travmalar karşısında sağlam kalabilmenin bazı bireysel süreçleri var ve bu yazıda bunlardan bahsetmek istiyorum. Ancak yazının başından itibaren vurgulamak istediğim şudur ki; hiçbir bireysel çaba kitlesel olarak deneyimlenen travmalarla baş etmeye yetmeyecektir. Açıkçası psikolojik olarak da tek başına kurtuluş yoktur, ya hep beraber ya hiçbirimiz bu zor zamanları aşabiliriz.


Gençler, yetişkinler ve hatta çocuklar belki de tarihin en yoğun umutsuzluk ve geleceksizlik duygularını yaşıyorlar. Bunun bin bir örneğini çevremizde, alan araştırmalarında, sosyal medyada ve hatta psikoterapi odalarında işitmek mümkün. Herkesin kendi rengince altını çizdiği şey “belirsizlik”; sosyal, eğitimsel, ekonomik vb. Belirsizlik gerçekten de insan zihninin tolere edemediği şeylerin başlarında geliyor. Zihin öngörebilmek istiyor ve bu aslında evrimsel bir gereklilik ve donanım. Oysa biz değil 10 yıl sonra, gelecek sene nerede ve ne yapıyor olacağımızdan emin olamıyoruz. Türkiyeli ailelerin belki de asırlardır “belirsizliği” yenmek için çocuklarını memuriyete iteklediğini düşünürsek, son yıllardaki liyakatsizlikler, KHK’ler ve ihraçlar ile kamusal zeminin bile artık pek de tekin bir yer olmayabileceği ihtimalini doğuruyor. Her şey bir yana ekonomi denilen azılı kasırga güvenilebilecek her şeyi bir çırpıda yutup hiç edebilecek güce sahip. Şu an için bir nebze olsun sosyoekonomik güvenceye sahip olsanız bile, geçinemedikleri için ardı ardına intihar edenlerin olduğu bir ülkede yaşamanın bedeli boğaza takılan lokmalar. Bu belirsizlik ve sosyoekonomik delilikte yutkunamıyoruz.

Üstünde yaşadığımız yerkürenin felaketlerle, krizlerle, savaş çanlarıyla iyice öngörülemez hale geldiği bir devirde savrulmamak ve tutunabilmek mümkün mü? Malumunuz örneğin bir fırtınada savrulmamak için dik durmak, tüm ağırlığı bir merkezde toplamak ve bütünlüğünü kaybetmemek gerekir. Eğer yaşadığınız örselenmelerle hacmen eksilirseniz savrulup gidersiniz. Bireysel bir bütün olma mücadelesinin başladığı yer tam da burası. Peki ne demek bu dünyada ağırlığınca yer kaplamak, tam olmak, savrulmamak? Bu optimal bir psikolojik iyilik halini yakalamak demek. Böyle bir zamanda mümkün mü derseniz, ben de elimizden geleni yapmak zorundayız derim. Ruh sağlığı elbette sadece anlık stres kaynaklarıyla mücadele etmekten ibaret değil. Çoğu zaman ne kadar tam ve bütün olduğumuzu bireysel öykümüz, gelişimsel süreçlerimiz, genetik yatkınlıklarımız belirleyebiliyor. Ancak yine de bireysel travmalarımızla oluşmuş eksikleri, gedikleri yetişkin hayatına dair “kendilik nesneleriyle”, yani bizi ruhsal olarak besleyen ve gözeten kişi, kurum ve nesnelerle tamamlama şansımız var. Bazen bu bütünlüğü sağlayacak eksik parça bir sevgili, bazen bir siyasi parti üyeliği, bazen bir seramik atölyesi sınıfı, bazen edebiyat, bazen çiçekler ve doğa yürüyüşleri olabilir. Buradaki vurgum insanın zorluklar içinde kıvranırken, onu sağaltmasa da yatıştıracak bir aidiyet devşirmesidir.

Fiziksel ve ruhsal anlamda bir şeyler yolunda gitmediğinde, doktorların ve ruh sağlığı uzmanlarının gözetmeye çalıştığı ortak bir nokta var: Beslenme, uyku ve egzersizin düzenlenmesi. Bu tıbbi öneri insanlara klişe ve gereksiz gelir. Oysa çetin seyreden bir yaşam döneminde fabrika ayarlarını korumaya çalışmak elzemdir. Aslında burada bir denge yakalama, yakalanan dengeyi devam ettirebilme halinden bahsediyorum. Zaten azıcık kalmış fiziksel ve ruhsal enerjiyi idareli kullanmaktan bahsediyorum. Psikoterapi süreçlerinde şöyle bir gözlemim oluyor, terapi çalışması ilerledikçe seanslarda hiç konuşmamış ve böyle bir hedef oluşturmadığımız halde kişiler uykularına, beslenmelerine ve hayat tarzlarına yönelik bir değişiklik yapmaya başladıklarından bahsediyorlar. Kısacası zihin derlemeye, toplamaya ve sistemi tekrar başlatmaya meyilli görünüyor. Vardır bir hikmeti.

Bir kişi veya nesne ile bağ kurup yatışma ve rutini düzenleme rasgele yapılabilecek pratikler değil. Bir farkındalık gerektiriyor. Kendimiz, öykümüz, nereden gelip nereye gittiğimiz üzerine düşünmemize asla olanak vermeyen tüketici bir dönemden geçiyoruz. Değişmesi gereken bu. Hep duyuyorum, insanlar memlekette bunca zulüm varken kendimle uğraşmak bencillik gibi geliyor diyor. Temel hata burada. Memleketin nasıl kıskaç altında olduğundan elbette haberdar olmak zorundayız ama kendi bireyselliğimizi koruyamadığımız noktada yatışmamız, toparlanmamız, dik bir omurgayla düzenin karşısında durmamız ve tüketici değil yaşamı yeniden üretir noktada olmamız mümkün değil. Kendiliğin bütünlüğü üretmekten geçer. Oysa yaşadıklarımızın stresiyle oburca tüketiyoruz; diziler, videolar, cepte nadiren kalanla alışverişler. İnanın bunlar bizi gerçek anlamda tamamlamıyor. Freud yaşamın özü sevmek ve çalışmak der ya, aslında ikisinin ortak noktası üretmektir. Sevmek de çalışmak da değer üretmektir, emek üretmektir, kalıcılaşmaktır, bütünselleşmektir. Sanatçı olmak zorunda değiliz üretmek için; bir sivil toplum kuruluşunun söyleşilerine katılmak da, çiçek bakmak da, öykü okumak da, dostla dertleşmek de üretmektir. Kendiliği yeniden üretmek, bağ üretmek, inanç üretmek; doğayla, insanla, fikir ve düşünceyle temas etmek…

Savaş çanları çalarken içimizden biz zaten savaşta değil miydik diye geçiriyoruz. Travma tanımı gereği fiziksel ve/veya psikolojik bütünlüğe bir tehdit içerir. Özellikle son 20 yılın delici keskinliği biz travma mağdurlarını lime lime etti. Bizzat kendimizin dahil olmadığı adaletsizliklerde, vicdansızlıklarda, patriarkal ve kapitalist zulüm ve cinayetlerde, intiharlarda, derin yoksulluklarda adeta bir ikincil travma yaşıyor gibi travmatize olduk, buna çok eminim. Belirsizlik ve çaresizliğin en baskın duygu olarak ortaya çıktığı çok sarsıcı bir süreç bu. Eğer bu süreçle başa çıkmak istiyorsak önce bütünlüğümüzü sağlamak zorundayız. Utanmadan, çekinmeden uykumuza, sevdiklerimize, uğraşlarımıza özen göstermek zorundayız. Bunların maalesef yeterli olmadığını biliyorum. Ölüme sürüklenmiş işsizler, barış akademisyenleri, çocuk gelinler, öğrenciler, mahkûmlar; iş cinayetlerine kurban giden emekçiler, psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalan kadınlar, hekimler ve niceleri var. Bunlar da en az savaş kadar, soğuk ve gerçek. Benim dile getirdiğim şey karşı durmak ve savrulmamak için önce bireysel bütünlüğün korunması ve bunda ısrarcı olunması gerekliliği. Bireysel bir bütünlük sonrası temas, dayanışma ve kalkışma mümkün olacaktır. Bir şarkının bile anlık da olsa bir tutkal gibi bizi bir arada hissettirdiği düşünülürse, insancıl değerler çerçevesinde bütün olmak ve direnmek imkânsız değil. Bunu bir düşünelim derim…