1 Mayıs’la özdeşleşen, uzun mücadeleler ve büyük bedellerle, insan türünün gelişimi açısından da belirleyici olan çok önemli kazanımlar eridi. Eriyor.

1 Mayıs’a bulaşan koronavirüs

Zafer Köse

Yalan ve şiddet

Dünyanın çeşitli bölgelerinde, her gün milyarlarca insanın ite kaka araçlara doldurulup taşındığını ve zorla çalıştırıldığını düşünün. Bu, köleliğin çoktan aşıldığı bu dönemde, korkunç bir şiddet kabul edilirdi.


Peki, aynı milyarlarca insan işe gönüllü gidip çalışacak biçimde eğitilince daha mı özgür oluyor? Dünya kaynaklarından yoksun bırakıldıkları ve yoksulluğa mahkûm edildikleri için bu kadar uzun sürelerle çalışmaya mecbur olan insanların, işlerini itiraz etmeden yapmaları, şiddete maruz kalmaktan çok mu farklı?
Dünya düzeni ancak yalanla ve şiddetle varlığını sürdürebiliyor. Okullar, güvenlik kurumları, yayınevleri; hep birlikte sistemin temel yalanlarını üretiyorlar: Yoksulluk yoksulun suçudur. İşsizliğin nedeni çalışmayan insanlardır. Kâr amaçlı ortamlardaki çalışma hayatı çalışanın faydasınadır.
Gandi’nin dediği gibi yoksulluk, şiddetin en kötü biçimidir. İnsana ancak mülk sahipleri ve yöneticiler için faydalı olacaksa “çalışma hakkı” verilmesi ise en yaygın, en etkili şiddet biçimidir. Bu mekanizmanın, “çalışma hakkı”nın aslında “yoksulluk hakkı”ndan başka bir şey olmadığı gerçeğini gizlemek için işlediğini, Lafargue 150 yıl önce anlatmıştı.

Çalışma ve yabancılaşma

Peki, çalışmanın, yani bir şey ortaya çıkarmak için emek harcamanın bu kadar zararlı olması tuhaf değil mi?

Evet, burada bir tuhaflık var. Çünkü emek, insanın hem varlığını sürdürmesinin hem de varoluşunu yaratmasının başlıca yolu. Tercihlerinizi nasıl kullandığınıza, ne yaptığınıza ve nasıl yaptığınıza bağlı olarak, bir iş için harcadığınız emekle, aynı zamanda kendinizi de üretiyorsunuz. Onları yapan ve öyle yapan biri olarak yaşıyor, öyle tanınıyor, dünyayı öyle algılıyorsunuz. İnsan üretiminin kolektif niteliği dikkate alınınca, emek meselesi çok daha önemli hale geliyor. Sonuçta; ilişkilerin, bilgilerin, eşyaların, besinlerin, her türlü üretimin ve yaratıcılığın kaynağının emek olduğunu, çalışmanın insana nasıl da coşku verebileceğini biliyorsunuz.

Öte yandan, Tembellik Hakkı kitabında Lafargue’ın geliştirdiği “çalışmanın zararları” ile ilgili düşüncelerde de hiçbir yanlışlık göremiyorsunuz. Kafanızdaki olumlu “çalışmak” kavramı ile Tembellik Hakkı kitabındaki “çalışmak” arasında bir fark olduğu kesin. Lafargue’ın kitabını (tekrar) okurken, “çalışmak” sözcüklerinin hemen hepsini, “çalıştırılmak” diye anlamak, bu karmaşayı önleyebilir.

Bilindiği gibi, “çalışmak”, yabancılaşma meselesinin de en önemli kavramlarından biri. İnsanın emeğine, emeğinin ürününe, insan türüne ve kendine yabancılaşmasının özünde, “çalışmak”a yabancılaşması yatıyor.

İnsanlık tarihinde, günlük gereksinimi aşan bir üretim yeteneğine ulaşılınca, sonraki günler için biriktirme gibi olanaklar ortaya çıktı. Mübadele aracı olarak icat edilen para, aynı zamanda artık değeri biriktirmenin ve sermaye oluşturmanın da aracı oldu. Böylece, mülk ve sermaye sahibi insanlar oluştu. Diğer insanlar ise ancak onlar için çalışarak yaşayabilir hale geldi. Bu gelişmelerin sonucunda üretim, kâr amaçlı bir etkinlik haline geldi. “Çalışmak” ise doğallığını yitirerek “çalıştırmak”a veya “çalıştırılmak”a dönüştü.

1 Mayıs: İnsanlığın büyük adımı

Bu açıdan bakınca, insanlığın son yüzyıllardaki en büyük kazanımı, serbest zaman hakkıdır, diyebiliriz. Hatta alet kullanmaya başlamak veya tekerleği icat etmek gibi bir eşiktir, çalışma sürelerinin sınırlanması. Çünkü çalışmak diye adlandırılan ama aslında çalıştırılmak durumunun geçerli olduğu koşullarda, her türlü insani gelişme, ancak serbest zaman kullanmakla mümkün olabilir. Dolayısıyla, 1 Mayıs değerlerinin insan niteliğinin gelişiminde çok belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.

Ömrümüzün çok büyük bir kısmının “mecburluklar” içinde yaşandığı, insanlığın büyük bir çoğunluğu için acı bir gerçek. Uykudan kişisel bakıma, sorumlu olduğumuz insanlarla ilgilenmekten işyerinde geçen süreye kadar, istesek de istemesek de zaman ayırdığımız mecburluklardan sonra, kalan zamanımız ne kadar olabilir? Hele bir de büyük şehirlerde trafiğe maruz kalıyorsak…

Kişinin serbest zamanının daha az veya çok olması, o kadar belirleyici ki! Örneğin, günde ortalama altı saat serbest zaman kullanan bir insan, bu süreyi iki saat kullanan bir kişiye göre sadece üç kat daha fazla “hobi” gerçekleştirmez. Tersine, onun serbest zamanı çok daha yoğun geçecektir. Bu, niceliksel değil, niteliksel bir meseledir. Daha az veya daha çok düşünme olanağı değil, başka türlü düşünme yeteneği geliştirmekle ilgili bir konu bu. Daha az veya daha çok bilmekle ilgili değil, başka türlü bilgeliklerle ilgili. Başka türlü inançlarla, başka türlü iletişimlerle, ilişkilerle… Başka türlü bir insan olmak meselesi bu.

Çünkü serbest zamanın çoğalması, insanın kendini gerçekleştireceği yöndeki çalışmalarda kullandığı zamanın kalitesini de yükseltiyor. Kitap, müzik, resim veya ilgilendiğiniz herhangi bir alanda, ne zaman araya bir iş gireceği belirsiz biçimde ve kesintilerle uğraşmanız, toplam sürenin uzamasını da anlamsız hale getirebilir.

Esnek kölelik

Özellikle büyük şirketlerde çalışanlar, kolayca görüyorlardır; dünyadaki maddi üretimi azaltmaya gerek kalmadan günlük çalışma süresi, yıllar önce 4-5 saate indirilebilirdi. Özel durumlar dışında hiç kimsenin kronometre ile ölçülecek fiili çalışması bu miktara bile ulaşmaz. Öğle tatili ve molalar iptal edilerek, ulaşımla ilgili de bazı iyileştirmeler geliştirerek, bir emekçinin çalışmak üzere evden çıkıp eve dönmesi için gereken süre, 10-12 saatten 5-6 saate düşürülebilir.

Bu uygulansa, insanların fazladan 5-6 saat serbest zaman kullanması, onların bu sistemin devamını sağlayan özelliklerini mutlaka dönüştürecektir. İş e-postasını telefonuna kurup, evdeyken de işleri takip etmeye gönüllü olmayacaklardır. İzne çıkarken şirket haberleşme sisteminden toplu mesaj gönderip, tatilde kendisine nasıl ulaşılacağı hakkında not yazan kişilik özellikleri geliştirmeyeceklerdir. Tüketim alışkanlıkları da değişecek, elde ettikleri kazançları harcarken de sisteme fayda sağlayan tutumları kaybolacaktır.

Koronavirüs salgını önlemlerinin de etkisiyle, çalışma sürelerinin esnekleşmesi yönünde adeta bir sıçrama meydana geldi. Aslında eğitim sisteminden aile ilişkilerine kadar her alanda, normal zamanlara göre daha hızlı dönüşümler yaşandı. Ama bunların açıklamasını salgın koşulları diye düşünmemek gerek. Çünkü hemen hemen bütün gelişmeler, zaten o yöndeki gidişi hızlandıracak biçimde gerçekleşti; bir yön değişikliğine pek rastlanmadı.

Çalışma hayatıyla ilgili de, zaten öncesindeki gidişata uygun biçimde, mümkün olan bütün işler evden yürütüldü. Çalışma saatlerinin muğlaklaştığı, dinlenme, çalışma, tatil, işgünü için ayrılan zamanların belirsizleştiği bir durum oluştu. Son yıllardaki iş gücünün eğilimine uygun olmasaydı, çalışma hayatındaki “freelance” tarzlar salgın döneminde hem bu kadar yaygınlaşmazdı hem de bu kadar kalıcı bir dönüşüm gerçekleşmezdi.

Zamanını daha fazla kendi kontrolünde tutmak, çalışma saatlerini kişisel tercihlerine de uygun biçimde belirlemek, işyerine gidip gelmek için zaman harcamamak gibi cazip yönlerin de etkisiyle, çalışanlar bu dönüşümü büyük ölçüde gönüllü yaşadı.

Ve bunun sonucunda da, insanlık tarihinin en kritik kayıplarından biri yaşandı. Bir çalışanın günlük ortalama serbest zamanı çoğaldı mı, tartışılır. Ama günün belirsiz saatlerinde çıkan işler ve çalan telefonlar arsında kullanılan serbest zamanın kalitesinde belirgin düşüş meydana geldiği kesin. Mesai saatinin netleşmesi, çalışma süresinin sınırlanması, ortak talepler için ortak hareket edilmesi, emekçilerin dayanışması… 1 Mayıs’la özdeşleşen, uzun mücadeleler ve büyük bedellerle, insan türünün gelişimi açısından da belirleyici olan bu çok önemli kazanımlar eridi. Eriyor.

Asıl konumuz, bu durumda ne yapmalıyız, olmalı elbette. Ama öncelikle, durum tespitini netleştirmek şart. Bu kayıpların vahim sonuçları olabileceğini görmek…

Sonrasını düşünmemiz, konuşmamız gerek dostlar. Ama şimdi bir ara verip, Cem Karaca dinleyelim: İşçisin sen işçi kal!