Türkiye Devletinin dini, din-i İslimdir; resmî dili Türkçedir; ..." şeklindeki 20.4.1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanu-nu'nun 2. maddesinden, "dini, din-i İs

Türkiye Devletinin dini, din-i İslimdir; resmî dili Türkçedir; ..." şeklindeki 20.4.1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanu-nu'nun 2. maddesinden, "dini, din-i İslâm-dır" kaydı, 10 Nisan 1928'de çıkarıldı.

Din kaydının aşılması ile, lâiklik açısından anayasal düzeyde önemli bir adım atılmış oldu. İlke ancak, 5.2.1937 değişikliği ile anayasalaştırılmış ise de, lâikliğe ilişkin reformların büyük bir kısmı, aslında 1920'lerde tamamlanmıştı.

Dil konusunda ise, "Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir" kaydı (1924), "Resmî dil Türkçedir" (1961) ve "Dili Türkçedir" (1982) kayıtlarıyla, sonraki anayasalarda devam etti. Aslında bu son düzenlemede de, "resmî dili" belirlemesi, madde kenar başlığında vardır (md. 3).

Böylece Türkiye Anayasal gelişmeleri, "çağdaş devletin dininin değil, dilinin resmî olduğu" olgusunu tipik bir biçimde yansıtmaktadır. (Aslında her ikisi de özgürlük adına; biri din, öbürü dil için). Şu halde, 10 Ni-san'ların "lâiklik günü" olarak kutlanması, kaynağını köklü bir anayasal dönüşümden almaktadır.

Bu nedenle, bu satırların yazarının, 10 Ni-san'larda, başka bir özel anlamının yanında, çoğunlukla lâiklik ekseninde demokrasi, insan hakları ve anayasalarımız üzerine katıldığı konferans, panel ve açık oturumları on yıl geriye giderek sıralaması zor değildir.

Söz konusu toplantılar, genellikle ÇYDD ve Genel Başkanı Prof. Saylan öncülüğünde gerçekleşti. Belki de, 10 Nisan'ları, "lâiklik günü ya da bayramı" şeklinde kutlamak daha anlamlı olabilirdi. Geniş katılımlı, farklı görüşten kesimlerle tartışma olanağı yaratılarak, "mücadeleci lâiklik" eğilimi aşılabilirdi. Lâiklik ve demokrasi birlikteliği tartışarak, anlayarak, hazmederek sağlanabilirdi ancak. 10 Nisan kutlamalarını, bir tür halk gününe, lâiklik üzerine düşünme eylem ve etkinliklerine dönüştürme fikri, Fransız meslektaşları da heyecanlandırmıştı. (...)

Fakat, 10 Nisan'ın rastlantısal bir uluslararası anlamı da yok değildi. Anayasa Hukukçuları Uluslararası Demeği (AHUD) Yürütme Komitesi, 9-11 Nisan'da Güney Afrika'da toplanıyordu. Gündemi, 11-14 Haziran 2007'de Atina'da yapılacak olan "Anayasa Hukukunun Sınırlarını Yeniden Düşünmek" konulu 7. Dünya Kongresi'nin konuşmacılarını saptamaktı. Kongre programı, 5 Kasım 2005'te Berlin toplantısında çatılmıştı. Anayasa Hukukçusu olmayan Habermas, Drowkin gibi dünyanın önde gelen isimleri arasında, bizden Prof. İ. Kuçuradi'nin dahil edilmesinin sağlanması önemli idi. Güney Afrika'da ise, Kongre'ye Anayasacılarımızdan da en az birkaç ismin eklenmesi için çaba gösterilecekti.

Gerçi bu arada, konuları Berlin'de belirlenmiş olan Kongre'ye, "ifade özgürlüğü"nü eklemeyi "başarmıştık" (!). Kongre'nİn ev sahibi Yunanistan'ın yapacakları yanında bu, mütevazı bir katkı sayılabilirdi; eğer buna, "Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu" nedeniyle bana ve B. Oran'a karşı 15 Ka-sım'da açılan dâva vesile olmasaydı.

Anayasal düzeltimlerin özgürlükler açısından bir araya getirdiği güvence ölçütlerini uluslararası toplantılarda gerine gerine sıralayan bir kişi için, anılan eklemeyi, insan haklarına ilişkin olumlu gelişmelerin sağlaması beklenirdi. Ama tam tersine, hatta "sessiz devrim" olarak nitelenen reformlara, "şiddet yoluyla" birtür"karşı-devrim"le verilen yanıtın neden olduğu İHDK davası söz konusu.

"Sanık sandalyesinin (SS) ortadan kaldırdığı 10 Nisan seçenekleri, artık birçok şeyi, açıklanmayan düşünce düzleminde bırakmaktadır. Kaldı ki, "sandalye", ancak düşünme yetisini gerektiren resmî bir görevi yerine getirme sonucu kurulmuşsa, açıklamanın bir değeri de kalmamaktadır.

Acaba, 2000'lerin ilk beş yılı mı, ikinci beş yılı mı? Ankara'daki etkinliklerime, 2000 Ma-yıs'ında TBB Başkanı Prof. Özgen'den "T.C. Anayasa Önerisi" hazırlamamız amacıyla aldığım çağrı ile başladım. Bu görevi yerine getirdikten sonra, 2001'de İnsan Hakları Eğitimi Ulusal Komitesi üyeliği ile devam ettim. Aynı yıl, TBB İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi'ni (İHAUM) kurarak, yöneticiliğini üstlendim. Buna, bir yıl sonra İnsan Hakları Danışma Kurulu (İHDK) üyeliği eklendi. 2003 başında ise, Üniversite'deki görevim İstanbul'da olsa da, "nasıl olsa senin bir ayağın Ankara'da, bir ayağın ise Avrupa'da" gerekçesi ile, İHDK Başkanlığına seçtiler. Kısacası, hâkim, savcı ve avukatların insan hakları formasyonu başta gelmek üzere, 2000'lerin ilk beş yılı, yoğun insan hakları çalışmaları ile geçti. 2000'de başlayan "Başkent serüveni", 2005'te "şartlı kovulma" ile noktalanmış oldu. Zira, İddianame sahibinin amacı, Ankara'da beni bir beş yıl daha alıkoymak. 3 Şubat 2005'te başlayan ve 287 gün süren "şüphe-li"lik durumu, 15 Kasım'dan itibaren "sanık" statüsüne dönüşmüş bulunuyor.

Acaba, sandalye "boş" mu "dolu" mu? Suç ortağım Prof. Oran'ın, AH U D Yürütme Komitesi toplantısını kastederek, "İbrahim'in sandalyesi boş kalsın" yönündeki talebini Başkan Prof. Saunders ne derecede yerine getirdi henüz bilemiyoruz ama, Ankara'daki sandalye dolu. Düşünce suçlusu sandalyeyi doldurmayacak da, hortumcu, çete veya işkence suçlusu mu dolduracaktı?

Bir 10 Nisan günü Artvin'de başlayan, bu sandalyeye oturduğunda 10 Nisan'ı tamı tamına 55 kez tüketmiş olan ve kalktığında ise takvim olarak da bir yıl daha yaşlanmış olan sen... Ankara nire, Afrika nire? "Türkiyelili-ği" bile sanık sandalyesinde sınanan sana mı kaldı dünyalı olmak?

Türk'e durmak yaraşır mı, oturmak varken? Güney Afrika'ya gitmek niye, Ankara'ya zorunlu talim varken? Dünya üniversiteleri içerisindeki yerimizi mi sorguluyorsunuz neresi diye? Hiç değilse iki mensubunun yeri belli, ikibinaltının on Nisanı itibariyle...

Evet sevgili okurlar, size bu ilk yazıyla "merhaba" derken, neden mi 10 Nisan"lar"? Kuşkusuz, kendim için bir doğum günü partisi düşlediğimden değil; "SS" dışında bulunmam gereken birçok mekân var olduğu için...