Egemen sınıf iktidarları açısından gerçekte bekası dert edinilen bir devlet ya da toplum yoktur; yalnızca bu kavram üzerinden kurulan siyasi algı mühendisliği vardır.

100’üncü yılda direnme hakkı ve seçimler/imiz
Fotoğraf: Depo Photos

Cem Alptekin* 

2023 yılı, Cumhuriyet tarihimizin en dramatik ve en unutulmaz yılı olmaya şimdiden aday görünüyor. Nitekim 6 Şubat'ta, art arda gelen Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremle 11 ilimizde ülke tarihinde görülmemiş büyük yıkımı ve acıyı yaşadık. Cumhuriyeti tasfiye etmeye odaklı bir iktidar tarafından yönetildiğimizden; şimdi, çok daha büyük bir yıkıma, hatta ciddi bir beka sorununa yol açacağını bildiğimiz Marmara (İstanbul) depremini bekliyoruz; kurbanlık koyunlar gibi… Hem de 24 yıldır… Bugüne kadar riskli kentlerin yapı stokunu dönüştürmek/iyileştirmek, depreme dayanıklı yaşanabilir kentler inşa etmek için yeterli zamana sahip olsa da; bunu yapmak yerine, hiçbir uyarıya kulak asmadan mevcut haliyle bile yaşanmaz olan kentleri daha fazla betona boğan ve "Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum" diyerek, ihanetlerini birinci ağızdan apaçık itiraf eden 21 yıllık siyasi iktidar açısından ise bu konuda inanılmaz bir kayıtsızlık ve sorumsuzluk hali hüküm sürüyor. Şimdi İstanbul'da ölümü bekliyoruz. Aynen Márquez'in Kırmızı Pazartesi romanında olduğu gibi; işleneceğini herkesin bildiği ama kimsenin hiçbir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsüdür yaşadığımız. Tek farkla, burada bir kişinin değil, bir ülkenin katlidir söz konusu olan.

En trajik haliyle manzara bu kadar açıkken; iktidarın 6 Şubat depremine müdahalede geç kalıp kalmadığı noktasına odaklanan tartışmanın, asıl gerçeğin üstünü örttüğünü, bunun da siyasi iktidara yaradığını görmek gerekiyor. Zira bu tartışma, depremden sonraki iki-üç gün üzerine yoğunlaşınca (ki, bu günlerin de enkaz altında kalan canlar için hayati önem taşıdığı tartışmasızdır) 21 yıllık asıl gecikme ve kayıtsızlık görünür olmaktan çıkıyor. Bu görünür olmaktan çıkınca, depremden sonra yaşanan iki-üç günlük müdahale zafiyetinin beceriksizlik değil, bir iktidar tercihi olduğu da görünür olmaktan çıkıyor. İşte asıl bu gerçeği görünür kılmak gerekiyor. Bu nedenle, o iki-üç güne sıkışan tartışmada, mutlaka kavranması gereken asıl gerçeğin üstünü örtmeye yarıyor. Bunu görememek, muhalefet açısından ne kadar büyük bir zafiyet ise, bu tartışmayı bilerek köpürten iktidar açısından da o kadar büyük bir siyasi mühendislik başarısıdır.

DEVLET BENİM!

Denetimsizlik, sorumsuzluk ve kayıtsızlık sonucu tek tek veya toplu ölümlere yol açan tüm iş kazalarında olduğu gibi; doğal afetlerin doğal olmayan sonuçları karşısında da "kader planı" temelli politika ve angajmanları hiç değişmeyen siyasi iktidar; CBHS (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) ile klâsik demokrasinin kuvvetler ayrılığı ilkesini hallaç pamuğu gibi atıp tüm kamu otoritesini tekeline aldıktan sonra anayasal demokrasinin kalan kırıntılarını da yok etmekte bir beis görmemiştir. Böylece "Devlet benim!" deme aşamasına gelen iktidar; 6 Şubat depreminde de doğal olarak, temel politikaları neyi gerektiriyorsa onu yapmıştır. Normal şartlarda 18 Haziran'da yapılması gereken seçim, yıkımın etkilerinin sandığa daha az yansıyacağı umudu ile tamamen keyfi olarak, daha depremin tozu kalkmadan 14 Mayıs'a çekiliveriyor. Bu arada, partili CB Erdoğan'ın üçüncü kez CB adayı olması mümkün değil; ama oluyor. Aday olması için gerekli olan bir üniversite diploması var mı bilinmiyor, ama daha önce olduğu gibi, yine oluyor. CB ve bakan sıfatları sürerken seçimlerde CB ve milletvekili adayı olmak, adaylık yarışında bu sıfatları ve makamları kullanmak mümkün değil; ama bunlar da oluyor. Tüm bu olanlar Anayasa’ya, yasalara aykırıymış, ne gam! Küçük ortağın dediği gibi; eğer fiili durum Anayasa’ya uymuyorsa, Anayasa fiili duruma her halükarda uyduruluyor! Tabii, siyasi muhalefetin dert etmediği böyle "küçük şeyleri" YSK de hiç dert etmiyor!

Siyasi iktidarın devlet kurumlarında, camilerde devlet bütçesi ve olanaklarıyla seçim propagandası yapması; muhalefete yönelik linç kampanyalarına, provokasyonlara ve toplu tutuklamalara yol vermesi; kısacası seçim faaliyeti adına sahada yaşananlar ve yaşanacak olanlarla, sandığı bekleyen tüm tehlikelere rağmen tek adam rejimini sandıkta yenebileceğine inanan ve kitleleri de buna inandıran nur topu gibi bir muhalefetimiz var. Bu öyle bir muhalefet ki; şartlar ne olursa olsun (aslında hepsi demokrasi mücadelesinin kilit açıcı farklı birer varyantı olan) sine-i millete dönmeyi veya seçimleri boykot etmeyi veya sivil itaatsizliği ya da direnme hakkını kullanmayı demokrasiye ihanet sanıyor! Daha radikal demokratik mücadele yöntemlerini akıllarından geçirmek şöyle dursun, siyasi iktidara bu yönde bir kez olsun ihtarda bulunmayı bile düşünemiyor. CBHS'ye geçişle birlikte pik yapan bunca hukuksuzluğa ve gerçek anlamda gelip dayandığımız beka sorununa rağmen siyasi muhalefetin, gözünün sandıktan başka bir demokratik mücadele yöntemini görmemesini bir göz kusuru olarak algılamak tabii ki büyük bir saflık olur. Bu burjuva muhalefet anlayışının politik tercihi sandıkla sınırlı bir demokrasi oyunudur. Sandıktan çıkarlarsa ne âlâ. Çıkmazlarsa da kaybettikleri bir şey olmadığından, tahterevalli oyununa devam! Bu oyunu bozarsa, demokrasi mücadelesini sandık demokrasisine hapsetmeyenler bozacaktır ancak. Zira sandığı savunmak, seçimlere katılmak başka bir şey, mücadeleyi sandığa indirgeyerek sandık fetişizmi yapmak başka bir şeydir. Sonuç olarak; başta CHP olmak üzere, Millet İttifakı adı altında toplanan siyasi muhalefetin sandıkla sınırlı demokrasi oyununun en büyük zararı da, sandık demokrasisinin öğrenilmiş çaresizliğine teslim edilen topluma oluyor. Bu arada, neoliberal düzenin yerli versiyonu olan dolara bağımlı kriz ekonomisi, kentlerimizin enkazı ve ölü bedenlerimizin üzerinde yükselmeye devam ediyor. Bu ölümcül oyun sona ermedikçe bu "kader planı" da böyle devam edecek. Her daim kaybedeni toplum, kazananı küresel sermaye düzeni olan bu oyunda, siyasi iktidar da kaybettiği meşruiyeti gökte ararken her ne pahasına olursa olsun oyunda kalmayı tercih eden siyasi muhalefetin verdiği hayat öpücüğünde bulacak.

BEKA SORUNU

Din sosuna bulanmış Neo-Osmanlıcı bu iktidarın bekası, dışarıda küresel kapitalizmin dümen suyunda, içeride ise ebed-müddet iktidarda kalabilmesine bağlıdır. Tabii bunun için, 1923 Cumhuriyeti'nden (yurttaş ve yurttaşlık bilinci dahil) baki kalan ne varsa onun inkarı ve tasfiyesi de zorunludur. Ülkenin şirket, yurttaşın müşteri gibi görülmesi; yasamanın devre dışı kalıp yargının çivisinin çıkması; cezaevlerinin siyasilerle dolup taşması; kadınların erkeklerce katledilmesine, çocuk istismarına seyirci kalınması; geçim derdine düşüp yurtdışında yeni bir gelecek arayan meslek sahibi yurttaşlara "Giderlerse gitsinler!" denilerek beyin göçünün teşvik edilmesi; buna karşın düzensiz göçmenlerden ucuz işgücü devşirilmesi ve demografik yapının hızla bozulması da hep bundan.

Kısacası, ülkemiz yokuş aşağı kaygan bir zeminde İstanbul ve 14 Mayıs depremlerine; diğer bir deyişle çifte bir beka sorununa doğru, freni patlamış kamyon misali büyük bir hızla ilerliyor.

TDK Sözlüğü’nde "beka", bir devletin toprak bütünlüğünü, ahdi hukukunu ve anayasal düzenini iç ve dış tehditlere karşı koruması suretiyle hayatiyetini devam ettirmesi demektir. Ancak devletin hayatiyeti de toplumun varlığına bağlıdır. Ancak, devlet aynı zamanda o devlete egemen olan sosyal bir sınıfın (azınlığın) diğer sınıflar (çoğunluk/toplum) üzerindeki baskı/sömürü aygıtı olduğundan, bu gerçeği perdelemek amacıyla (ve ihtiyaç hasıl olduğu sürece) devlete toplumdan bağımsız ve kutsal bir kimlik/kişilik atfedilmiştir. Ardından, egemenler öyle buyurduğu için "toplum" ile "devlet" arasındaki neden-sonuç ilişkisi tersyüz edilerek, devlet toplumun varlık nedeni yapılıverdi. Böylece kutsallaştırılan devletin, kulu ya da tebaası olmak dışında topluma başkaca bir seçenek bırakılmazken; "devlet bekası" da egemenlerin elinde her daim işlevsel bir aparata dönüştü. Dolayısı ile egemen sınıf iktidarları açısından da gerçekte bekası dert edinilen bir devlet ya da, toplum yoktur; yalnızca bu kavram üzerinden kurulan siyasi algı mühendisliği var.

Aynen ülkemizde de olduğu gibi…

*Hukukçu-Yazar