AKP’nin yarattığı bu karanlık kimseyi yıldırmasın. Akademi yeniden çocukların hiç kaybetmediği o taze meraklarıyla hakikat arayışının, bilimsel ve akademik özgürlüğün, özerkliğin, düşünce ve ifade özgürlüğünün mekânı olacak

12 Eylül Darbesi'nden AKP’ye: Üniversitelerde yeni bir şey yok

Aysun Gezen - KESK Eş Genel Başkanı

Eğitimde yaşanan dönüşümü, gericileşmeyi, niteliksizleşmeyi ve piyasalaşmayı ele alırken üniversite boyutunun genellikle geri planda kaldığını söylemek mümkün. Bunun nedenlerinden biri, kuşkusuz üniversite öğrenimine ulaşana kadar çocuklarımızın iktidarın ideolojisi doğrultusunda bir tür şekillendirmeden geçmesini sağlayacak aşamaların önemidir. Diğer taraftan üniversiteler o kadar çölleştirilmiştir ki toplumsal sorunlara dair düşünme, çözüm üretme, hakikat arayışı, bilimsel bilgi üretimi neredeyse üniversiteler dışına kaymış, üniversiteler teknisist bir bakış açısıyla sermayenin hizmetine sunulmuştur. Bu etkenler eğitim-öğretim hayatının ileri aşamalarındaki üniversiteleri tartışmaların odağından uzaklaştırmıştır. Oysa hafızamızı şöyle bir yokladığımızda dahi üniversitelerden yükselen gençlik hareketlerinin toplumda yarattığı umut dalgasını, üniversite gençliğinin devrimci potansiyelini, gençlerin “hangi dağ efkarlıysa” o mahir elleriyle o efkarı dağıttıklarını, toplumsal sorunlara dokunduklarını “görürüz.”

Aynı hafıza bize bu devrimci potansiyeli yok etmek üzere seferber edilen talebe birliklerini, üniversite gençliğinin toplumla olan temasını keserek üniversiteleri iktidar açısından kontrol edilebilir, denetlenebilir ve yönetilebilir kılmak üzere 12 Eylül sonrası ortada anayasa bile yokken YÖK’ün kurulduğunu, devrimci, muhalif öğrencilere saldırıları örgütleyen birliğin başkanlığını yapanların, bu talebe birliği geleneğinden gelenlerin, bugün AKP-Saray rejiminin en belirleyici konumlarında bulunduklarını, üniversite politikasının karar vericileri olduklarını da “gösterecektir.”

Piyasalaşma ve gericileşme kıskacında üniversiteler
Dolayısıyla bugün üniversitelere yönelen saldırının yeni olmadığını, milliyetçi-İslamcı geleneğin devamı olduğunu, özellikle neoliberal politikalar doğrultusunda gerçekleştirilmek istenen dönüşümün bugün en vahşi yöntemlerle gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. AKP iktidara geldiği andan itibaren, Avrupa’yı ABD ve Asya ile rekabet edebilir kılmak üzere üniversitelerde başlatılan piyasacı dönüşümü ifade eden Bologna sürecinin ülkemiz üniversitelerinde en kararlı uygulayıcısı oldu. Bu doğrultuda uzun bir süredir üniversitelere yönelik saldırılar sürüyordu. AKP’nin kendi ideolojisine uygun olarak oluşturmak istediği hakikat rejiminde gedik açan, hakikat arayışından, eleştirel düşünceden, öğrencilere, gençlere düşünmeyi, eleştirmeyi, sorgulamayı öğretmekten asla vazgeçmeyen, bilimsel bilginin toplumsallaşması için çaba harcayan öğretim üyeleri/elemanları ceza davaları, soruşturmalar ve cezalarla karşı karşıya kalıyordu. Derslerde anlatılanların ihbar edilmesi üzerinden ders içerikleri müdahale ile karşı karşıya kalıyor ve bu ihbarlar rektörlükler tarafından sorgulanmaksızın, alınan emirler doğrultusunda “delil” hükmü kazanıyordu. Haksız, hukuksuz uygulamalara, gericileşmeye, piyasalaşmaya, müşteri kılınmaya, barınma ve beslenme gibi temel kamusal hizmetlerin niteliksiz ve pahalı olarak sunulmasına, yurtlarda manevi ablalara, kampüslerin karakola çevrilmesine, polis saldırılarına, Kürt illerindeki katliamlara, ülkenin giderek faşist bir rejime sürüklenmesine karşı demokratik, barışçıl yöntemlerle hakkını arayan öğrenciler soruşturmaların, davaların hedefi oluyor, kampüslerden uzaklaştırılıyor, eğitim hakları ellerinden alınıyor ve hatta tutuklanıyorlardı. Bugün tutuklu veya hükümlü öğrenci sayısı toplamda 60 binin, hakkında dava açılan öğrenci sayısı da 100 binin üzerindedir.

Barış talep eden, barış içinde yaşama hakkını tesis etmesi ve garanti altına alması gereken yegane “özne” olan devlete sorumluluğunu hatırlatarak çağrı yapan, katliamlar, ölümler son bulsun diyerek kamusal sorumluluğunu yerine getiren akademisyenler bizzat cumhurbaşkanı tarafından tehdit ediliyordu. 15 Temmuz 2016’da Erdoğan’ın açıkça “Allah’ın bir lütfu” olarak gördüğü darbe girişimi ile birlikte zaten hazırlığı yapılan tasfiye için düğmeye basıldı ve barış isteyen ve aynı zamanda üniversiter değerleri, akademik özgürlüğü, özerkliği, bilimsel özgürlüğü savunan; kampüslerde eşitlikçi, özgür, adil bir ortak yaşam kurulabileceğini savunan akademisyenler KHK’lerle üniversitelerden atıldı. Üstelik milliyetçi-İslamcı ittifakın konsolidasyonu amacıyla bugün barış ve üniversite mücadelesi yürütenlere ağır cezada davalar açılmış durumda.

Bu noktada baskı ve zorbalığın sadece KHK'ler eliyle ve davalarla devam etmediğini, kendileri de KHK ile işinden edilen, işini, ekmeğini istediği için önce oturma eylemine, ardından açlık grevine başlayan eğitim ve bilim emekçileri KESK’e bağlı Eğitim Sen üyeleri Semih Özakça ve Nuriye Gülmen’in eylemlerine yönelik polis şiddetini de belirtmek gerekiyor. Nuriye ve Semih, eylemleri kamuoyu nezdinde karşılık bulmasının ardından keyfi biçimde tutuklanmış, AKP iktidarının talimatları doğrultusunda yürütülen bir dava süreci geçirmişti. Şu an her ikisi de tahliye edilmiş olsa da Nuriye’ye hiçbir delile dayanmayan keyfi bir ceza verildi, Semih hakkında verilen beraat kararına ise itiraz edildi. Açlık grevlerinin kritik eşiğinde olan ve ciddi yaşam tehlikesi bulunan iki emekçiye devlet kayıtsızlığını sürdürüyor. Her şeye rağmen her iki emekçi halen işleri için direniyor, 2018’i dirençle karşılıyor.

Benzer şekilde alanları, sokakları, kampüsleri direnişle renklendiren bütün emekçilere yönelik ciddi boyutlarda bir polis şiddeti söz konusu. Üniversitelerde muhalif bütün bileşenlerin hak arayışları polis saldırılarıyla, yeni KHKlere ve davalara konu edilerek bastırılmaya çalışılıyor.

KHKlerin ve dava sürecinin yanı sıra sözleşme yenilememe, bir KHK ile verilen yetki uyarınca yüksek disiplin kurulu kararıyla atılma gibi uygulamalarla tasfiye süreci devam ediyor. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde kreş hakkı mücadelesi veren Eğitim Sen’li üniversite emekçilerinin yüksek disiplin kurulu kararıyla atılması piyasacı mantığın üniversitelerde yaygınlaşmasına, üniversitelerin şirketleştirilmesine, üniversitenin kendisinin karlı bir pazar kılınmasına karşı mücadele edenlere de tahammülün olmadığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Bu emekçilerin bir de son çıkan KHKye de yazıldığının altını çizmek gerek.

Üniversite A.Ş.
Mayıs 2017’de Meclis’te görüşülen tasarının 18 Haziran 2017’de yasalaşmasıyla üniversite-sanayi işbirliği adı altında performans sistemini, esnek, güvencesiz istihdamı hakim kılacak düzenlemeler getirildi. Özellikle bu yasa kapsamında yapılan düzenlemelere baktığımızda üniversiteler bünyesinde “teknoloji transfer ofisi” adı altında sermaye şirketlerinin, organize sanayi bölgelerinde meslek yüksek okulları ile birlikte yükseköğretim alanının ikinci YÖK’ü olarak Meslek Yüksekokulları Koordinasyon Kurulu kurulduğunu, proje sisteminin hâkim kılındığını ve yüksek lisans, doktora öğrencilerinin istihdam edilmeksizin projelerde burs karşılığı çalıştırılması düzenlemesinin getirildiğini, fen ve mühendislik bilimlerindeki lisans son sınıf öğrencilerinin bir yarıyılı özel sektör işletmelerinde, teknoparklarda, araştırma altyapılarında, Ar-Ge merkezlerinde ya da sanayi kuruluşlarında asgari ücretin net tutarının %35’i ücret ödenerek uygulamalı eğitimle tamamlamalarının zorunlu kılındığını görüyoruz.

Bununla birlikte aynı kanunla yükseköğretim kurumlarının eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetleri ile idari hizmetlerinin iç ve dış kalite güvencesi, akreditasyon süreçleri ve bağımsız dış değerlendirme kurumlarının yetkilendirilmesi amacıyla idari ve mali özerkliğe sahip, kamu tüzel kişiliğini haiz ve özel bütçeli Yükseköğretim Kalite Kurulu kurulması üniversitelerin kendilerinin şirketler olarak görüldüğünün en önemli göstergelerinden biridir. Eğitim programları ve kontenjanlarının planlanması amacıyla bünyesinde TOBB’un da bulunduğu Yükseköğretim Eğitim Programları Danışma Kurulu’nun kurulması üniversitelerin piyasanın, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırmaya tabi tutulacağını da işaret eder. Üstelik çoktan bu yönde uygulamalar yaygınlaşmış; kamu arazileri bedelsiz olarak vakıf üniversitelerine tahsis edilmiştir.

Bütün bu uygulamaları ise araştırma üniversiteleri düzenlemesi tamamlamaktadır. Genel hatlarıyla Erdoğan “ol dedi, olacak” diyerek lanse edilen, başvuranlar arasından belirlenen performans kriterlerine göre puanlanan üniversitelerden aralarında Boğaziçi, ODTÜ gibi ekolleri olan, köklü üniversitelerin bulunduğu 10’u araştırma üniversitesi statüsü aldı. İlk bakıldığında totoloji olarak görünen bu uygulama, hepimize “üniversitelerin bir işlevi de zaten araştırma yapmak değil midir?” sorusunu sordursa da, amaç bir yandan kriterleri arasında doktora mezun sayısı bulunan üniversiteleri lisans öğrencileri almaktan caydırarak ekolleri yok etmek iken proje sayısı, proje bütçesi, uluslararası işbirliği ile yapılan proje fon bütçesi gibi kriterlerle üniversiteleri uluslararası ve ulusal sermayeyle eklemlenmesine göre değerlendirdiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Artık üniversitelerde entelektüel merakı zemin alan, kişinin kendini gerçekleştirmesi için bu merakı kışkırtacak hakikat arayışı, bilimsel bilgi üretimi, eleştirel düşünce, sorgulayıcı akıl istenmemekte; üniversiteler emperyalist güçlerin teknoloji savaşlarında arka planda iş yapan teknoloji şirketleri konumuna indirgenmek istenmektedir. Bu nedenle bu teknisist bakış açısına uymayan, akademik kapitalizme karşı çıkan her bilim insanı bugün AKP’nin hedef tahtasındadır.

Öğretim üyelerinin işe alım ilanlarından, yazılan tezlere, muhalif olarak görülen bilim insanlarının katılacağı panellerin yasaklanması ve yer verilmemesinden alternatif akademik yıl açılışlarının soruşturma konusu olmasına, Uludağ gibi bir üniversitede İsmailağa Tarikatı'nın önde gelen isimlerinden birine gençlere yönelik konferans verdirilmesine, kampüslerde cami ve mescit zorunluğuna kadar bütün bu uygulamalar, insanlar “kendi aklını kullanma cesareti”ni kaybetsinler diye gerçekleştirilmektedir.

Öğrencilerin önce müşteri, sonra ucuz iş gücü (piyasa çıktıları) olarak görüldüğü, üniversite emekçilerinin vahşice sömürüldüğü bir mekâna indirgenen üniversitelerin yönetilebilir olması için AKP iktidarının, en temel üniversiter değerlerden bilimsel özgürlüğün vazgeçilmez unsuru olan eleştirel düşünceyi yok etmesi kendisi açısından elzemdir. Bunun için de hayatın her alanında olduğu gibi üniversiteler de dinselleştirilmekte, gericileşme derinleştirilmek istenmektedir. Tam da bu nedenle “yabancı bir kadınla tokalaşmak, ateş tutmaktan daha korkunç” diyen biri rektör olabilmektedir. AKP iktidarının kurumsallaştırmak istediği faşist rejim açısından önemli bir tehdit teşkil eden üniversiteleri zapturapt altına almak için Saray’ın küçük adamları rektörler, seferber edilmekte; mevcut keyfi yönetime uygun rektörler, üniversiteleri aile şirketlerine çevirmektedir. Bu nedenle bir KHK ile rektör atamaları doğrudan Saray’a bağlanmıştır.

Tıpkı memleket gibi üniversiteler de karanlığa hapsedilmek istenmektedir. Üniversitelerde yaşanan bu dönüşümün AKP’nin mali politikalarıyla, büyüme yalanlarıyla, neoliberal ihtiyaçlar doğrultusunda kamunun, kamusal kaynakların özel sektörün önünü açmak için sermayeye peşkeş çekilmesiyle, kamu personel rejiminde gerçekleştirdiği değişikliklerle, eğitim ve sağlık başta olmak üzere her alanda yaşanan gericileşmeyle çok yakından ilgisi vardır. Bu dönüşüm, Erdoğan’ın sabahtan akşama aklına gelenlerin keyfi bir şekilde yapılması şeklinde asla okunmamalıdır. Oldukça planlı, programlı, uzun erimli hedefleri de içeren bir değişim “projesi” ile karşı karşıyayız. Bu proje, AKP ile başlamadı fakat AKP’nin kadrolarının da içinde yer aldığı bir geleneğin devamı olarak en vahşi aşamasına ulaştı.

Fakat AKP’nin yarattığı bu karanlık kimseyi yıldırmasın. Akademi, yeniden çocukların hiç kaybetmediği o taze meraklarıyla hakikat arayışının, bilimsel ve akademik özgürlüğün, özerkliğin, düşünce ve ifade özgürlüğünün mekânı olacak; kamusal finansman ile herkes için ulaşılabilir, nitelikli, bilimsel, laik bir eğitim mücadelesinden asla vazgeçmeyeceğiz.
Bizler, AKP’nin harabeyi çevirdiği üniversiteleri tıpkı memleket gibi eşitliğin, özgürlüğün, barış içinde bir arada yaşamın deneyimlendiği, demokratik, laik bir düzenin tesis edildiği yaşayan mekânlar olarak hep birlikte kuracak "mahir" ellere sahibiz.