Nitekim ABD’nin “bizim çocuklar” dediği darbeci generallerin, 1980 öncesi toplumdaki bilinçlenme ve emekçilerin örgütlenmesiyle özel bir dertleri vardı. Darbeciler en çok bu iki başlığa ehemmiyet verdi ve acımasızca üzerine gittiler.

12 Eylül, yerelleşme ve İslamcılık

Yavuz Çobanoğlu - Sosyolog, Akademisyen 

12 Eylül Askerî Darbesi’nin 43. yılı da hafta içerisinde geride kaldı. Bugün bu darbeyi, “basit bir tarihî olay” şeklinde değerlendirenler, “boş verin önümüze bakalım” diyenler olabilir, hatta vardır da… Fakat esasen 12 Eylül, bir ülkenin daha müreffeh ve daha özgür olma yoluna taş koyan, yüz binlerce insanı işkencelerden geçiren, devlet memurluğundan atan, yurtdışına gitmelerine sebep olan, pek çoğunu idam eden, öldüren, kaybeden ve daha nicelerinin hayatlarını geri dönülmez şekilde değiştiren; ülke ekonomisini ise neoliberal soyguncuların talanına açıp, halka ait yerüstü ve yeraltı ne varsa “özelleştirme” adı altında sermayedarlara sunan bir halk düşmanlığının miladıdır. Yükselen toplumsal bilinci ülkeye “bol” gören; sendikal hakları ve örgütlülüğü, patronların kişisel istikbali adına tehlike olarak kabul eden; daha uysal ve disiplin edilebilir nesiller yetiştirmek için de İslamcılar’ın rüyalarında dahi göremeyecekleri dindarlaştırma politikalarını uygulayan bir darbe rejiminin de adıdır. Bu yüzden günümüzü anlamaya yönelik her siyasi analiz, 12 Eylül’den bahsetmelidir; yoksa eksik kalacaktır. 

Diğer taraftan, “darbecilere ne oldu?” sorusu da bugünü anlamak için yararlı olabilir. Bilindiği üzere 12 Eylül rejiminin “Güvenlik Konseyi” adıyla payelenen kuruldaki tüm generaller hiçbir ceza almadan, sırtları sıvazlanarak ve tüm suçlarıyla huzur içinde öldüler. Hatta “darbelere karşı” savaş ilan edildiği söylenen, üzerine bir de 12 Eylül tarihi seçilerek “özgürlük” referandumu bile yapılan AKP rejiminde, 2015’te ölen darbe lideri Kenan Evren, askerî törenle Devlet Mezarlığı’na defnedildi. Dolayısıyla bugün Türkiye’de “12 Eylül ile hesaplaşma” söylemi, artık sadece metafiziğin konusu olabilir ve buradaki romantizmle de ancak elli yıldır “beyaz eller savcısı” bekleyenler yarışabilir. 

Bununla birlikte bugün AKP ile değişen rejimin temellerinin 12 Eylül’den sonra atıldığını da tespit etmemiz gerekmektedir. Nitekim ABD’nin “bizim çocuklar” dediği darbeci generallerin, 1980 öncesi toplumdaki bilinçlenme ve emekçilerin örgütlenmesiyle özel bir dertleri vardı. Darbeciler en çok bu iki başlığa ehemmiyet verdi ve acımasızca üzerine gittiler. Bu amaçlar çerçevesinde de hem topluluğun “ehlileştirilmesi” hem de ABD’nin Sovyetler Birliği ile sınırı olan Müslüman ülkelerde sosyalizmin yayılmasını engellemek için “kontrollü” bir dindarlaşmayı öngören Yeşil Kuşak Projesi politikaları hızla uygulanmaya başladı. Keza İslamcıların komünizm, evrim ve ateizm karşıtı düşünceleri, bunlarla mücadeleyi “birinci öncelik” saymış zamanın askerî yönetimiyle de uyumluydu. Böylece o zamana kadar “asker tedirginliğindeki” İslamcı gruplara, geniş hareket alanları doğdu. İlerleyen süreçte tarikat ve cemaatler üzerinden örgütlenen bu İslamcı gruplar, tabii en başta Gülen Cemaati olmak üzere, bir taraftan siyasi ve ekonomik olarak desteklenirken, diğer yandan da kendi mensuplarına bürokrasideki kadrolarda kolaylıkla yer bulabildiler. 

Öyle ki, cemaati bu dönemde güçlenen liderlerden Fethullah Gülen, yıllar sonra TV’deki bir konuşmasında darbeyle ilgili fikirlerini samimiyetle ifade edecekti: “Türkiye bir yerlere çekilmek istenmişti… Askerî müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün bütün isabetsizdir demek doğru değildir.” Konu “dine” geldiğinde ise Gülen’in tutumu daha da netleşiyordu: “12 Eylül hareketini gerçekleştiren insanlar da din realitesi karşısında duyarlı davrandılar. Müfredatlara ahlak-din dersi koydular… Ve komite bu işe sahip çıktı. Çok önemli de bir iş yaptılar. Din realitesi karşısında duyarlı davrandılar.” Bu “duyarlılık” da meyvelerini 2000’li yılların başlarında verecek, rejimin değişmesine giden yol açılacaktı. 

Bugüne geldiğimizde ise 12 Eylül Darbesi’nin yolunu açtığı, AKP iktidarının da siyasi örgütlenme ve toplumsal güç olarak kullandığı tarikat ve cemaatler şeklindeki İslamcı yapıların, ülke sorunları gündeminin en tepesine yerleştiğini görüyoruz. Bu gruplar AKP iktidarının kürsüden dillendiremediği ne varsa, sosyal medyadan televizyonlara kadar her yerde bu düşüncelerini serbestçe paylaşıyorlar. Sivil toplum kuruluşu etiketiyle festival, konser yasaklatıyor, alkol yasaklarını savunuyorlar. İçki tüketilen mekânları dolaşıp, “tebliğ” adı altında kişisel hayatlara müdahalede bulunuyorlar. Herhangi bir denetimden uzak tarikat/cemaat yurtları ve okullarında çocukların mazur kaldığı taciz ve tecavüz olaylarının basındaki haberleri de hiç eksik olmuyor. Bakanlıklar ise bu dinî grupların kadro merkezine dönüşmüş durumda. 

Genel itibarıyla bu görüntü, başka unsurların etkilerini de göz ardı etmeden, kitle, kurumlar ve uygulamalar üzerindeki yerelleşmeyle açıklanabilir. Keza yerelleşme, kendi yerel kurumlarını önceleyen, birtakım yerel değerler etrafında kişileri ve hukuku tanımlayan, kurgulama sevdalısı, çarpıtılmış bir taşralı ideolojisidir. Bu ideolojiye göre, yeni rejimin “sivili”nin, tarikat mensupları olması da; “makbul ferdinin” inancına “daha fazla özgürlük ve saygı” bekleyen dindarlardan oluşması da; serbestlik, güç kullanımının dinî grupların eline teslim edilmesi de; yeni rejimin hukuki kararlarının yine aynı yerellikten feyz alması da tuhaf değildir. Türkiye’de yerelliğin vücut bulmuş hali ise İslamcılıktır… 

Nitekim İslamcılık, günlük hayatı dinselleştirirken, dinî değerleri “normalleştirilmeye” çalışır. O hayat içerisinde çağdaş olan hangi fikir varsa onu İslami olduğunu düşündüğüyle yer değiştirme mücadelesine girer. Mafyalaşma, çeteleşme, silahlanma, cinayetler, cinsel saldırılar vb toplumsal problemlerin varlığını kabul eder ama onların yerellikten ya da kapitalizmden kaynaklı sınıfsal ve ekonomik problemler olduğunu hep göz ardı eder. Tüm sosyal problemlerin asıl sebebini ailenin bozulması, alkol tüketimi, fuhuş, dinden çıkma gibi etkenlere bağladığı için mevcut sorunların çözümlerini de bunlar üzerinden üretir. 

Sonuç itibarıyla, “bugün neler yapılabilir?” sorusu sancılı ve uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirmektedir. Örgütlenme, eyleme geçme, parti kurma, siyaseti değiştirme, eğitim vb gibi çok farklı çözüm önerileri sunulabilir. Lakin hayatın içerisindeki dili değiştirmek de (“en önemlisi” değil ama) önemli bir yoldur. Öncelikle İslamcılığın referans aldığı, meşruiyet devşirdiği düşünsel odağın bir ahlaki söylemler merkezi olduğunu bilmekle işe başlanmalıdır. Zira İslamcılık, tüm dünyada ve bizde, modernleşme çabalarının açtığı yaralardan beslenerek büyüdü. Bunu yaparken de gelecek vaadinin yanına ahlaki kodlar ekledi. Din ve inancı, modern ve seküler değerler karşısında “bozulmamış”, “masum” bir değerler bütünü olarak sundu ve saflaştırdı. Böylelikle etrafına kitleleri topladı, genişledi ve toplulukta vuku bulan olguları değerlendirebilecek ahlaki bir terazi olmaya çalıştı. Bunda önemli ölçüde de başarılı olduğu söylenebilir. Fakat ekran ve hız dünyasında şimdi büyü bozuldu, bu saflaştırma bugünlerde (bilhassa gençler arasında) çözülmeye başladı ve dinsel ahlakta çatlaklar açıldı. 

Artık burada yapılması gereken karşı söylemlerle, temelleri güçlü yeni bir ahlak iddiası geliştirmek olmalı. Devletin bir dininin olmadığı, bütün farklılıkları kapsayan, özgürlükçü, tüm ayrımcılıkları reddeden kendi içinde tutarlı bir ahlaki söylemle yola çıkılmalı, bu söylemler bir dil etrafında örgütlenmeli. Bu dil ve söylemler her türlü iletişim kanalından yararlanarak günlük hayatın içerisine sızdırılmalı ve tabii bıkıp usanmadan yalanlara karşı gerçekler savunmalı. Özellikle de dilin, devrimci özelliği de unutulmamalı. Süreç uzun ama hiçbir mücadele kolay değil!