21. yüzyılda Marksizmi düşünürken
GÖKHAN ATILGAN*
Karl Marx’ın Kapital’ine ilişkin çok bilinen yanlış bir hikâyeyi hatırlayalım: Marx, ömrü yetmediği için magnum opus’unu tamamlayamamıştır. Engels’in el yazmalarını yayına hazırlamasıyla eser tamamlanmış gibi olmuştur. Ama aslında Marx’ın sağlığı elvermediğinden ve ömrü yetmediğinden planladığı gibi ele alamadığı birçok temel konu boşlukta kalmış, Marx bu konularda kendi sözlerini net bir biçimde söyleyemediği için de Marksistler arasında sonu olmayan bir tartışma başgöstermiştir. Bu hikâyede sanki sağlığı elverseydi ya da biraz daha ömrü olsaydı Marx’ın eserini tamamlayabileceğine ilişkin bir varsayım miskin miskin gezinir…
Oysa Marx’ın kendisi, eserine ilişkin takvimin sürekli ötelenmesinin ve bir türlü tamamlanmamasının nedenini bir mektubunda şöyle izah etmiştir: “insan, araştırmaya yıllarını adadığı konuları nihai olarak yazmaya koyulduğu her seferinde, bunlar yeni yönlerini ortaya koymaya başlıyor ve üzerinde düşünmeye zorluyorlar.” Marx, çalışmalarının, öngördüğü zamanın daima geri kalmasına hastalıklarını gerekçe gösterip dururmuştur. Ama bir keresinde bu “tanıdık sızlanmaların” ancak bir bahane olduğunu “hastalığım daima zihnimden kaynaklanıyor” diye muzipçe itiraf eden de kendisi olmuştur.1 Kapital, dinamik ve sürekli devinen bir sistemin eleştirisidir ve hiç durmadan değişen eleştiri nesnesi eleştirmenini de sürekli daha uzaklara götürmüştür.2 ‘Anlatılan hikâye’, aslında bu yüzden bitmemiştir.
‘Keşke Marx’ın ömrü uzun olsaydı, her şeyi söyleseydi’ iyi niyetli temennisinin ardındaki ‘tutukluk’tan sıyrılmak için, onun Kayıp Zamanın İzinde’ye benzeyen izinden gitmek, gerçekçi ve girişken bir yol olmalıdır. Marcel Proust’un büyük romanının başlangıç noktası olan madeleine kurabiyesi ısırıldığında içinden bir dünya çıkar. Marx da Kapital’inin başlangıç noktası olan metanın içi açıp modern dünyanın tümüyle orada olduğu göstermek istemiştir; unutmayalım. Onun büyük hüneri metanın içsel bağlantılarının nasıl yakalanabileceğini, özgül mantığının nasıl kavranabileceğini keşfetmiş olmasıdır. Bu keşfin peşine daha 26 yaşındayken düşmüş, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’ne, “olduğu yerde donup kalmış koşulları kendi ezgileri eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız” satırlarını kazımıştır. Kendisi sermayenin ezgisi eşliğinde diyalektiğin dansını sahnelerken, esas büyük mirasının da bu olduğunu vurgulamış, tilmizlerine verdiği perspektifle kendi ezgileri eşliğinde dansa zorlanacak pek çok donmuş koşul olduğunu bildirmiştir. 21. yüzyılda Marksist düşüncenin büyük atılımlarını tahayyül etmek için bu mirastan daha iyi bir başlangıç noktası bulamayız.
Marx’ın veciz sözündeki ‘donma’nın ikili bir anlam taşıdığını düşünebiliriz. Birincisi anlam, koşullara bağlı, geçi, yani tarihsel bir nitelik taşıyan toplumsal ilişkilerin doğal ve ebedîymiş gibi görünmesidir. İkincisi de, toplumsal bir formasyonun içinde gelişen potansiyelin icaplarına yanıt veremediği için durması ya da durdurucu hale gelmesidir.
Günümüz küresel kapitalizmi her parçasında donuk bir resim vermiyor mu? Her şeyin serbestçe hareket ettiğini iddia ederken sınırlarına insan ölülerini yığmıyor mu? Küresel bir barıştan söz ederken tüm yüzeyini mayın tarlalarına çevirmiyor mu? Refahın doruklarına ulaştığımıza ilişkin kurduğu söylem, fakirlikten acze sürüklenen insan kitlelerinin büyük trajedisi tarafından yalanlanmıyor mu? Kölelik ve esaret koşullarında çalışan milyarların çilekeş durumu özgürlük sözcüğünün büyüsünün durmamacasına yitip gittiğini göstermiyor mu? En geri bölgelerini medeniyetin içine çektiğini güvenle dillendiren küresel kapitalizmin her yerinden barbarlık sızmıyor mu? Ve nihayet; küresel kapitalizm, ‘tarihin sonuna geldik’ diye diye kendini tarihsel değil, geçici değil, ebedî olarak sunmuyor mu?..
Her şeyin kaskatı kesildiği bir âlemin içinden onun ezgilerini bulup çıkarmak, onu kımıldata kımıldata dansa zorlamaksa eğer Marksistlerin görevi, veciz sözdeki ‘ezgi’ de doğru anlaşılmalıdır. ‘Ezgi’nin, bir varlığı harekete geçiren içsel bağlantılar ve özgül mantık anlamına geldiği apaçıktır. Tıpkı, dünyanın tüm ezgilerinin ancak kendi öz kaynaklarında keşfedilebileceğinin de apaçık olması gibi.
O zaman, Marksistlerin işi, küresel kapitalizmin farklı noktalarında konumlanarak onun yerel ezgilerinden oluşan çok sesli ve çok ritimli şarkısını keşfetmektir. ‘Konumlanma noktası’, Bertell Ollman’ın belirttiği gibi, bir ilişkinin bileşenlerini en iyi görebileceğimiz, bu bileşenler üzerinde etraflıca düşünebileceğimiz ve onları güzelce sunabileceğimiz ‘nokta’ anlamına gelir.3 Dünya bir bütün ve Marksizm de bütünsel bir kuramdır ama, bütünsel bir bakış açısıyla bütünün farklı parçalarında konumlanmak onu anlamak, analiz etmek ve açıklamak için zorunludur.
Sistemin en ileri ve en geri bölgelerini, güneyini ve kuzeyini, doğusunu ve batısını, her bölgesinin her ülkesini ve her ülkenin her bölgesini birer konumlanma noktası olarak düşünebiliriz. Bu konumlardan bakışlarımıza Marx’ın perspektifinin yanı sıra yerel düşünce geleneklerinin olumlu mirası da bir genişlik kazandırabilir. Sanayide ve tarımda, finansta ve ticarette, hukukta ve ideolojide, kültürde ve sanatta, devlette ve sivil toplumda, sermaye birikiminde ve emek sürecinde, eğitimde ve medyada, toplumsal cinsiyet ve etnisitede, inançlarda ve baş etme stratejilerinde, tarihte ve coğrafyada, mekânda ve mimaride, yani hayatın tüm alanlarında çağdaş kapitalizmin nasıl deneyimlendiğinin, aynı ilişkilerin nasıl farklı biçimler ortaya çıkardığının anlaşılması, temel içsel bağlantıların yerel ve özgül mantıklarının mercek altına alınmasıyla olabilir ancak. Marksist kuramın yeni atılımlara girişmesinin her bir yerel ezginin öğrenilmesi ve her bir yerel koşulun bu ezgi eşliğinde dansa zorlanmasıyla mümkün olduğunu görmek önemlidir. Ama en az bunun kadar önemli bir şey de Perulu Marksist Máriategui’nin damıtılmış bir biçimde dile getirdiği gibi “dünya tarihinin bir ritmi olduğunu” tek bir an bile akıldan çıkarmamaktır.4 Özgül ve yerel koşullardan çıkan dansların takip edeceği dünya-tarihsel ritmi şekillendiren şey ise ekonominin, siyasetin, kültürün ve ideolojinin dünyasal karakteridir, elbette.
21. yüzyıla girerken Marksistlerin gerek kuramsal düzeyde açtıkları yeni ufuklar, gerekse de sahadan çıkardıkları yeni ezgiler küresel kapitalizmi şenlikli mücadelelerle aşmak için şahane bir ritim kuruyor. Yüzyıl başındayız ve Marksizm yeniden çiçekleniyor. Ama mücadelelerin başatlığına gölge düşmesin diye daha titiz bir dikkate ihtiyacımız var. Bunun için de Marx’ın kendisinin çok sevdiği bir hikâyeyi anarak bitirelim:
Bir kayıkçı, küçük sandalıyla, bir nehrin fırtınalı sularında hazır beklemektedir. Karşı kıyıya geçmek isteyen bir filozof, sandala biner. Sonra aralarında şu diyalog geçer:
Filozof: Tarih hakkında bir şey biliyor musun?
Kayıkçı: Hayır!
Filozof: O zaman ömrünün yarısını ziyan etmişsin. Peki hiç matematik öğrendin mi?
Kayıkçı: Hayır!
Filozof: O zaman ömrünün yarısından çoğunu boşa harcamışsın.
Bu sözler daha filozofun ağzından çıkar çıkmaz, rüzgâr sandalı devirir, hem kayıkçı hem filozof suya düşerler. Bunun üzerine,
Kayıkçı: Yüzme biliyor musun?
Filozof: Hayır!
Kayıkçı: O zaman sen de ömrünün tamamını boşa harcamışsın.5
1Francis Wheen, Karl Marx, çev. Gül Çağlı Güven (İstanbul: e, 2010), 261, 263, 347.
2Daniel Bensaïd, Marx Kullanım Kılavuzu, çev. Volkan Yalçıntoklu (İstanbul: Habitus, 2010), 185.
3Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, çev. Cenk Saraçoğlu (İstanbul: Yordam, 2006), 242.
4Savas Michael-Matsas, “Diyalektik ve Devrim, Şimdi”, Yeni Yüzyılda Diyalektik, ed. Bertell Ollman ve Tony Smith, çev. Şükrü Alpagut (İstanbul: Yordam, 2013), 222.
5Wheen, a.g.e., 418.
*Doç. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi