Daldığımız koy masmavi, berrak Akdeniz sularıydı, 20-30 metre arasında bile amfora kalıntıları dolu, binlerce yıldır ticaret için kullanılan ve zaman içinde değişmeyen doğanın nadide parçalarından biriydi.

36 yıl önce Akkuyu’daydım
Mersin Akkuyu Nükleer Santralı İnşaatı. (Fotoğraf: AA)

Cengiz BOZKURT*

İki gün önce gazetede Mersin Akkuyu Nükleer Santralinin son halini gösteren bir fotoğraf gördüm. Gözlerime inanamadım çünkü tam 36 yıl önce ODTÜ’den yakın arkadaşlarımla oradaydım.

Yıl 1987’di. ODTÜ’de Dağcılık ve Kış Sporları kulübünün düzenlediği macera dolu 15 günlük Elmadağ Dağevi kampında arkadaşlıkları pekişen farklı bölümlerden öğrencilerden oluşan ekibiydik. Kampüste buluşuyor, şehre inip beraber yemek yiyorduk. Gökhan Türe’de bu grubun içindeydi. Yine böyle bir yemekte kendisinin ve birkaç arkadaşının yeni kurduğu ODTÜ Sualtı Topluluğu’nu (SAT) bize geniş geniş anlattı ve kış kampındaki arkadaşları yazın gerçekleşecek dalış kampına davet etmeyi düşündüğünü söyledi. Dağ kampına katılan büyük çoğunluk coşkuyla kabul ettik, çünkü yazın da ayrılmayacaktık ve arkasından kendimizi yazın Mersin Akkuyu Nükleer Santral inşaatının içindeki işçi konteynırlarında bulduk. Ne alaka diyeceksiniz, sebebi sanırım o sırada topluluğa akademik danışmanlık yapan Kıyı Liman bölümünden hocamızın oradaki inşaata bir şeyler çizip vermesi üzerine şirketin “hocam bizden bir talebiniz olur mu?” diye sorulunca hocamızın “ODTÜ Sualtı Topluluğu yeni kuruldu, çocuklar gelsin, ilk kampını sizin orda yapsın, siz de 15 günlüğüne misafir edin onları” dediğini biz kampta öğrendik. Nükleer santralin adı vardı ama kendisi daha yoktu 36 yıl önce. Gidince hemen hepimiz böyle bir inşaata Türkiye’nin en güzel sahillerinden birinde yapılmasına ve doğanın göreceği tahribatı da tahmin ederek karşı çıkıyorduk. Gökhan bizi “bu işler başlar ve hep yarım kalır, merak etmeyin” filan diyerek teskin etti, biz kampımıza bakalım deyip, ilk sabahtan bizi 5:30’da kaldırdı, önce 5 km kadar koşturdu aç aç, sonra kamp yaptığımız sonra dalacağımız koyun karşı kıyısında 40 şınav, 40 mekik, sayısız hareket dolu ağır bir idmandan sonra yarışarak 300 m’lik koyu yüzme yarışı yaptırarak geçirtti. Karşı kıyıya çıkanlar aç bilaç bitkin haldeydi. Zar zor sırtta yer alan konteynırlarımızın yan tarafındaki işçi yemekhanesinde kahvaltı salonuna geldik. Kurtlar gibi acıkmıştık. Kahvaltı servisi yapan işçi arkadaşla verdiği peynir, zeytin ve yumurtanın yetersizliği üzerine epey bir bağrışma ve hır gür yaşadık. Yemek tepsilerini kemirecektik nerdeyse. “Ne olur sanki biraz daha versen” filan diye çıkışıyordu bizim arkadaşlar. Sonra bu aciz halimize çok güldük. Kantin gibi bir yer vardı, ertesi sabah herkes hazırlıklıydı oradan peynirler, tereyağları, domatesler, yeşilbiberler, ekstra yumurtalar filan alınmış bu sefer “pişir, pişir, bize menemen yap” diye bağrışmalar duyuluyordu.

Her sabah aynı tempo antrenmandan sonra 10 gibi ilk dalış eğitimi ve dalış, öğlen yemeğinden sonra yeniden eğitim ve dalış. Kaçacak hiç bir yer yoktu. Gökhan bizi SAT komandosu gibi çalıştırıyordu. İnanılmaz iyi hazırlanmış ve sekmeyen bir programla bizi eğitiyordu Gökhan. Babası da askerdi zaten, disiplinli bir evde yetiştiğini biliyorduk, üç günün sonunda yalvarmaya başladık, kamp temposunu hafiflet diye ama nafile. Mizah duygusu gelişmiş gülmeyi ve herkesi çok güldüren beni çok severdi. Arkadaşlar akşamları “seni kırmaz hadi git, konuş” diye beni gönderiyordu ama Gökhan yüzünde müstehzi bir ifadeyle beni geri gönderiyordu. Denize girer, akşamları da eğleniriz diye gittiğimiz kampta akşamları herkes ölü gibi sızıyor, uykuya dalıp, yorgunluktan sabahları yataktan resmen kalkamıyorduk kas ağrıları yüzünden. Kız arkadaşlar dahil herkes ağzı açık horluyorduk. Gecenin sessizliğini yırtan karma horlama korosu gibiydik. Halimiz haraptı ama tüpler omzumuzda yine dalmaya gidiyorduk. 

Gökhan çizdiği programı ne yumuşattı ne değiştirdi ama biz bu halimizle yine de dalga geçip, kikirdeşiyorduk, multivitaminler keşfetmiş eğitime uyum sağlamaya başlamıştık ta ki benim ayaklarımın yan tarafları palet vurmaktan yara oluncaya kadar. O gün ben, Gökhan, Fizik bölümünden Bülent Hoca, Akın o sabah dalışına büyük grupla birlikte inmemiş, benim kanayan ayaklarımı tedavi etmeye çalışmış, ana gruptan yarım saat sonra kontaynırların bulunduğu patikadan aşağıya yola, tıraşlanmış dümdüz edilmiş tepenin üstüne gelmiş, tepenin yan tarafındaki deniz kenarına inen ikinci patikaya doğru yürüyorduk ki 50 m kadar önümüzde brrrooom diye çok büyük bir patlama oldu ve havaya inanılmaz bir toz bulutunun ve taşların yükseldiğini gördük, havadaki taşlar tabii ki 3-4 saniye sonra aşağı düşecekti, geri yokuşa konteynırlara doğru can havliyle nasıl koştuk size anlatamam. O kadar kısa sürede normalde o kadar koşulamaz ama koştuk ama yine kafamıza taş yedik. 1,5 km uzaktaki şantiyeden iki Renault araba ve içinden panik halinde inen telaşlı tipler, olayı anlamaya çalışırken Gökhan’da onlara “dün size sordum patlama var mı yakın zamanda dedim ama siz olmayacağını söylemiştiniz” diye adamlara bağırıyordu. Ana gruptan telaş içinde bizim arkadaşlarımızda dalınacak sahilden patlamanın olduğu yere çıkmış, “nerede o üç işçi, biraz önce konuştuk” diye bağırıyorlardı. Aşağıdan gelen arkadaşlardan Selim “yarın için dinamit yerleştiriyoruz, bugün patlama olmayacak” dediler bize diyordu ki toz bulutu ve yanık kokusu arasında yerde kemik ilik parçaları görünce hepimize bir sessizlik çöktü. Bizim ana gruptaki arkadaşların son kez gördükleri üç işçi bir gün sonra patlatılacak dinamitleri kazara patlatmıştı ve bu ihmal üçünün de canına mal olmuştu. Bizim iki grup arasında olmuştu patlama. Biz de 30 saniye sonra onların yanında olacaktık. Kampın onuncu günü filandı. Sonrasında yakın köyden gelen akrabalarıyla birlikte resmen 100 m çapında bir alana yayılmış vücut parçalarını tek tek ellerimizle topladık. Bizim ana gruptan arkadaşlar “denize de büyük parçalar uçtu” dediklerinde Gökhan daldı ve hiç unutmuyorum kol saati üzerinde bir kol çıkarmıştı. İnanılmaz demoralize olduk, bir gün ara verdik ve sonrasında kalan dört günü de 40 m dalışlarımızı, serbest tüpsüz çıkışlarımızı tamamladık. Tek regülatörlü (ağızlıklı) zamanlar olduğu için acil durumda derinden body’le (yanındaki arkadaşınla) beraber çimlenerek (ağızlığı paylaşa paylaşa) çıkmayı öğrendik, gece dalışı dahil tüm programı tamamlayıp Ankara’ya döndük.

Daldığımız koy masmavi, berrak Akdeniz sularıydı, 20-30 m arasında bile amfora kalıntıları dolu, binlerce yıldır ticaret için kullanılan ve zaman içinde değişmeyen doğanın nadide parçalarından biriydi. İki gün önce 36 yıl önce gördüğümüz dinamitlerle düzlenmiş, yarım dünya dev kamyonlarla taşların taşındığı düzlükte, patlamanın olduğu yerde devasa bir tesis gördüm. Yanılmıştık, nükleer santrali oraya yapmışlardı. Doğada her şey varoluş sebebini suya borçludur, sudan gelir toprağa geri döneriz. Yaratılış başlangıcı su, devam edip bitişi topraktır. 

O kamptaki 30 arkadaşım dünyanın dört bir yanına dağılmıştı. Gökhan ise sonraki yıllarda inanılmaz bir doğa savaşçısına dönüşmüş, dalışları zıpkınla avlanmaktan görüntülü avlanma anlayışına evrilten, en derin hiç keşfedilmemiş mağara dalışlarını gerçekleştirip, Ren-Tuna nehirlerini kanoyla geçen, Dalyan’da Caretta Caretta’lar için yıllar boyu mücadele eden, Kaş’a yerleşip doğa sporlarını memleketimizde akademik bir disipline ve programa oturtup sayısız doğa derneğini ve topluluğunu kuran öncü bir doğa aktivisti oldu ama maalesef kendisini 2014 yılında mide kanseri yüzünden kaybettik. Tekirdağ’daki cenazesinde ailesi ve ODTÜ’den yakın arkadaşlarından oluşan kalabalık bir grup uğurladı onu. Kızı Tuna Su babasına şiir okuyarak veda etti. Çok başka bir arkadaşımızdı, yeri doldurulamaz bir insandı. Kaybı Türkiye’nin büyük kaybıdır. 

Bu yazı Gökhan Türe’nin anısına ve ismini bilmediğim Akkuyu Nükleer santrali inşaatında 36 yıl önce gözümüzün önünde can veren üç işçinin anısına, yüzlerce yıl farklı uygarlıklara ve canlılara ev sahipliği yapmış ama son 50 yılda yok edilen kıyılarımıza ithaf olunur. 

Doğaya karşı işlenen bir suçun öcü, insan adaletinden daha zorlu olur. -Dostoyevski 

*Oyuncu.