41 yıllık 12 Eylül düzeni ve trajedi-komedi ikiliği
İronik bir şekilde 12 Eylül’ün hem mimarlarından hem de ürünü bir özne olarak demokrasiden dem vuruyordu. Ancak 1987’de eski siyasal yapıların geri dönüşüne dair yapılan referandumda hayır kampanyası örgütledi.
LEVENT HEKİM
Türkiye siyasal tarihi belleklerde sürekli bir dejavu etkisi yaratıyor. Önemli tarihsel süreçler birbirine benzer çağrışımları tetikliyor. Sanki aynı olaylar farklı tarihsel koşullarda, farklı siyasal öznelerle tekrarlanıyormuşçasına anakronik benzetmeler ya da karşılaşmalara kapı aralıyor. Belli süreçleri yaşayan her kuşak, bir önceki dönemle karşılaştırarak, toplumsal ve siyasal durumun daha kötü olduğuna dair çıkarımlar yapıyor. Örneğin 90’larda siyasi durumun bundan daha iyi olduğu ya da bugünkü siyasal İslamcı faşizmin 12 Eylül’den daha kötü olduğu veyahut daha önce iktidarda bulunmuş Demirel, Ecevit, Özal gibi öznelerin Tayip Erdoğan’dan daha iyi olduğuna dair değerlendirmeler yapılıyor. Hegel, “Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler hemen hemen iki kez yenilenir” der. Marx ise düzeltir; “Hegel eklemeyi unutmuş ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak”. Marx bunun ardından bir önerme daha yapar; “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar”. Devralınan koşullar ya da geleneğin ağırlığı yeni kuşakların üzerine çöker. Bu paradoksun yarattığı şizofreni özellikle kriz dönemlerinde toplumsal ve siyasal öznelerde, yukarıda saydığımız türden dışa vurur. Muktedirlerde ise çoktan zamanı geçmiş kurum ve kişilerle kendisini özleştirdiği daha ağır bir semptoma dönüşür. Tayip Erdoğan’ın, Turgut Özal’a kurduğu özdeşlik bilinç düzeyinde ifadesini bulurken bilinçaltında kurduğu özdeşlik Kenan Evren’dir. Tüm iktidar aygıtlarını kendi elinde toplayan kudretli özne. Marx tarihe dair trajedi ve komedi ikilemini, 19. yüzyıl Fransız tarihinde sanayi kapitalizminin geliştiği bir konjonktürde, kendisini amcası Napolyon Bonaparte ile özdeştirerek imparator ilan eden Louis Bonapart’ın düştüğü komik durumu betimlemek için kullanmıştı
.
12 Eylül’ün 41. yılında AKP-MHP iktidar blokunun bizlerde yarattığı dejavu etkisinin tarihin bu ikili karakteriyle ilişkilisi kurulabilir. Bir toplumsal formasyonun ne tür biçimler alacağı, o toplumdaki mevcut sermaye birikim rejimi, toplumun geçmişten aldığı özellikler ve sınıf mücadeleleri arasındaki karmaşık mücadeleler tarafından belirlenir. Kapitalist üretime dayanan iktidar biçimleri bu koşullar çerçevesinde bir toplumdan, başka bir topluma, aynı toplumda farklı dönemlerde, farklı şekiller alabilir. Türkiye toplumsal formasyonu tarihsel olarak kendi iç dinamikleriyle gelişmedi, emperyalizme bağımlı, yukarıdan aşağı çarpık bir muhtevayla şekillendi. Tekelci burjuvazi ise dışa bağımlı, ithal ikameci ekonomi politikalarına dayanan bir sermaye birikim rejimine yaslandı. Tekelci burjuvazinin hâkim güç olduğu egemen sınıf fraksiyonlarından oluşan zorunlu, çelişkili ittifakın zayıflığı, işçi sınıfı hareketinin ve güçlü bir demokratik mücadele geleneğinin olmaması, iktidar yapısının da baskı aygıtının temel olduğu bir çerçevede şekillenmesine neden oldu. Aynı zamanda ABD’nin ikinci dünya savaşı sonrası geliştirdiği Truman ve Eisenhower doktrini çerçevesinde Özel harp dairesine bağlı resmi, yarı resmi kontr yapılar devlet aygıtıyla iç içe geçti. Bu bağlamda devlet nisbi demokratik unsurların tali, şiddet ve baskı unsurlarının temel olduğu sömürge tipi faşist bir biçim aldı. Bu düzene karşı aşağıdan gelişen toplumsal muhalefet 1970’lerin ortalarında egemen sınıfların hegemonya krizini daha da derinleştirdi. Sivil faşist güçlerin (MHP, Ülkü Ocakları) saldırı ve katliamlarının krizi çözemediği noktada tekelci burjuvazinin ve emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde, müesses nizamı tesis etmek ve Türkiye’yi neoliberal yeni dünya düzeni çerçevesinde dönüştürmek amacıyla 12 Eylül gündeme geldi. İhracata dönük ekonomiyi, özelleştirme politikalarını, ücretlerin dondurulmasını, dış sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını, sosyal halkların kısıtlanmasını içeren, geniş kesimlerin tüm haklarını elinden alan politikalar, 24 Ocak karalarıyla ilan edildi. Bu kararların nisbi demokratik bir ortamda uygulanma şansı yoktu. 12 Eylül faşizmi uygulanabilecek ortamı yaratmak ve yeni düzene uygun üst yapının yeniden şekillenmesini sağlama görevini üstlendi. 12 Eylül askeri faşizmi, kriz içerisindeki sermaye birikim rejimini Emperyal-küresel sistemin yeni birikim rejimi etrafında örgütleyecek siyasal ve ideolojik zemini oluşturacak bir diktatörlüğün başlangıcını ifade ediyordu. 12 Eylül Anayasası yürütmeyi yasama ve yargı karşısında güçlendirdi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi kurumların yürütmeyi denetleme yetkilerini kısıtladı, yüzde 10 barajıyla yasamayı daralttı, siyasi partiler yasası ile partileri toplumsal bağlarından kopardı. Lider kültüne dayanan bir siyasi parti sistemi getirdi. Diğer yandan din eğitimi okullarda zorunlu hale getirildi, Kuran kursları ve imam hatipler yeniden açılarak dinsel ideolojinin gelişebileceği ortam yaratıldı. Türk-İslam sentezine dayalı bir ideoloji benimsendi. Geniş kesimlerin benimsediği sol, antiemperyalist, ilerici değerlerin toplumsal yaşamdan silinmesi gerekiyordu. Diğer yandan emperyalizmin Sovyetleri çevreleme politikası çerçevesinde uygulamaya koyduğu yeşil kuşak projesi ideolojik dönüşüm için gerekliydi. Bu ortamda tarikatlar ve cemaatler gelişti. 1996’da RP’de cisimleşen siyasal İslam’ın iktidara gelişi bu ideolojik dönüşümün bir sonucu olarak açığa çıktı.
1990’LAR, NEOLİBERALİZMİN KRİZİ VE 28 ŞUBAT
Turgut Özal ve heterojen bir yapıdan oluşan Anavatan Partisi, neoliberal dönüşüm sürecini başlarda başarılı götürdü. İdeolojik olarak, milli ve İslami değerleri koruyarak küresel kapitalizme eklemlenmenin ve zenginleşmenin mümkün olduğunu vaaz veriyordu. İronik bir şekilde 12 Eylül’ün hem mimarlarından hem de ürünü bir özne olarak demokrasiden dem vuruyordu. Ancak 1987’de eski siyasal yapıların geri dönüşüne dair yapılan referandumda hayır kampanyası örgütledi. Aynı zamanda 12 Eylül Anayasası ile birlikte güçlendirilmiş yürütmeye rağmen Cumhurbaşkanı olduğu dönemde başkanlık sistemini tartışmaya ilk kendisi açtı. Küresel kapitalizmle döneminde hızla şekillenen neoliberal dönüşüm 1990’lı yılların başında ciddi bir krizle karşı karşıya kaldı. ANAP’ın hegemonya krizini düzen dışı gelişen devrimci gençlik hareketi, 1989 bahar eylemleri, Zonguldak madenci yürüyüşü ve Kürt siyasal hareketiyle girilen savaş tetikledi. 1990’lı yıllar dönüşümün kesintiye uğradığı kriz yılları olarak yaşandı. Koalisyon hükümetleri, Kürt siyasal hareketine karşı başlatılan savaşta devletin kontr yapıları yeniden sefer etmesi, faili meçhul cinayetler, Susurluk kazası vb. olaylar sistem ve rejim krizinin üst üste geldiği bir konjonktürü yarattı. Susurluk kazası ile devletin geleneksel sömürge tipi faşist çekirdeği gün yüzüne çıktı. Soğuk Savaş sonrası merkez ülkelerde yeni dünya düzenine uygun, siyasal yapı kont örgütlenmelerden temizlendi. Ancak Türkiye’de Kürt bölgesinde derinleşen savaşla birlikte varlığını pekiştirdi. 1994’te ekonomik olarak tıkanmaya başlayan neoliberalizmin, RP iktidarıyla birlikte siyasal ve ideolojik krizi de derinleşti. RP’nin adil düzen, AB yerine Doğu ve İslam dünyasına yönelimi, radikal İslamcı tutumu hem kapitalist emperyalist sistemle hem de Türkiye’deki müesses nizamla uyumlu değildi. 28 Şubat bozulan müesses nizamı restorasyonla yeniden tesis etmeye yöneldi. Şeriat tehdidine karşı, hem de çetelere karşı aşağıdan gelişen dalganın inisiyatifi aynı zamanda ordu eliyle çalındı.
12 EYLÜL AKP İLE DEVAM EDİYOR
AKP Türkiye’de 12 Eylül 1980 ile başlayan, 1990’larda kesintiye uğrayan dönüşümü gerçekleştirme iddiası ile iktidara geldi. 90’ların istikrasız koalisyon hükümetleri sonucu eski partilerin meşruiyetlerini kaybetmesi, AKP’yi iktidara getiren etkenlerden biri oldu. Diğer yandan ABD’nin Ortadoğu’da gelişen radikal İslamcı yapıları sermaye ile uyumlu hale getirme projesinin üzerine oturdu. Ortadoğu’da açığa çıkan siyasal İslamcı kuşağın hem rol modeli hem de emperyalizm adına hamisi olma görevini üstlendi. Ondan önceki hükümetler döneminde imzalanan ve Kemal Derviş’le uygulamaya konulan ancak yarım kalan anlaşmaların devamcısı oldu. Soğuk Savaş sonrası başlayan serbest piyasalaşma ve küresel kapitalizmle bütünleşme eğilimi bu politikalarla devam etti. Kısacası 12 Eylül’le başlayan, ancak kendinden önceki iktidarların yarım bıraktığı dönüşümü hızlandırdı. AB ile entegrasyon süreci bağlamında demokrasi ve millet iradesi gibi kavramları ideolojik olarak seferber etti. Özellikle AB uyum süreci bağlamında MGK’nin yetkilerini sınırlandıracak olan adımlar, liberal çevrelerin AKP’yi demokrasi havarisi ilan etmesine neden oldu. Bildik askeri vesayet, devleti elinde bulunduran iktidar elitleri karşısında, AKP’nin dışlanmış çevrede duran muhafazakârların temsilcisi olduğu ve çevrenin merkeze el koyduğu, bunun bir pasif devrim olduğuna dair argümanlar ortaya atıldı. Özellikle 12 Eylül Anayasa referandumunda, görünürde geçici 15. maddenin kaldırılması, arkasında ise AKP’nin yüksek yargıyı ele geçireceği maddeler vardı. AKP’nin askeri vesayetle hesaplaşıyoruz, Türkiye’yi demokratikleştiriyoruz söylemi sol liberal kesimlerde karşılık buldu. Küresel kapitalizmin krizi ve bunun akabinde cemaat ve liberallerle ve dolaylı olarak Kürt hareketi ile kurduğu ittifakın bozulması, AKP hegemonyasının sarsılmasını arkasından getirdi. Özelleştirme politikaları, müşterek doğal varlıkların sermayeye peşkeş çekilmesi, gençlerin ve geniş emekçi kesimlerin güvencesizliğe mahkûm edilmesi, toplumsal yaşamın dinsel referanslarla dizayn edilmesine, kadınların ve farklı kimliklerin ötekileştirilmesine, insanların yaşama biçimlerine müdahale edilmesi karşısında gelişen; Tekel Direnişi, HES mücadeleleri, gençlerin ÖDTÜ Ayakta eylemleri ve Gezi Direnişi hegemonya krizini daha da derinleştirdi. Hegemonyasını kaybeden AKP, siyasal İslamcı faşist yüzünü daha açık göstermeye başladı. 15 Temmuz sonrası MHP ile birlikte kurdukları ittifak 12 Eylül’ün Türk İslam ideolojisinin maddileşmiş halidir. 2017 Başkanlık referandumuyla kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı, parlamentonun etkisizleştirildiği tek adam rejimi artık yönetemiyor. Tarikat ve cemaatlere daralmış meşruiyetini kaybetmemek için İslami tonlamayı artırıyor. Hatta devletin dinsel ideolojik aygıtı diyanet sosyal ve siyasal alanı belirliyor. Adli yıl açılışının dua ile yapılması, Diyanet işleri başkanı Ali Erbaş’ın bir haftadır sürekli yaptığı laiklik karşıtı açıklamalar, özellikle sosyal medya üzerinden gençlere kulluk göndermesi, çağdışı bir egemenlik nosyonuna işaret etmektedir.
Boğaziçi Ünivesitesi'nde kayyum rektöre karşı direnen akademisyen ve öğrencilere destek vermek için bir araya gelenlere polis müdahale etmişti.
Özetle Marx’ın tarih anlayışına atıfla uygulanan politikaların yukarıda betimlediğimiz şizofrenik çıktısı ya da dejavu etkisi, nesnel koşullar değişiklik gösterse de Türkiye toplumsal formasyonunun kendini her koşulda yeniden üreten değişmez, kendine içkin ikili karakteriyle ilişkilidir. Emperyalizmle bağımlılık ilişkileri ve buna paralel devlet yapılanmasının sömürge tipi faşist karakteri. Geniş toplumsal kesimler açısından trajedi, komedi ikiliğinden kurtulmanın yolu aşağıdan kendi öz gücümüzle örgütlenmekten ve değiştirmekten geçiyor. Ancak görüldüğü üzere tekrar eden bu siyasal pratiklerde egemenlerin soytarı olmaktan başka yolu yok.