43. İstanbul Film Festivali’nde Wenders, Kiefer, Celan ve Bachmann Rüzgârı: Etkileşimler ve kesişim noktaları
Anselm Kiefer’in özellikle Margarethe resmi, Celan’ın tanınmış Todesfuge; şiirinden ilham alır. Wenders filmde Kiefer’in Almanya ve Fransa’daki atölyelerinde yürüttüğü çalışmalarına eşlik ediyor.
Emine Uçar İlbuğa - Prof. Dr.
Yeni Alman sinemasının iki önemli yönetmeni Margarethe von Trotta ve Wim Wenders’in son filmleri Mubi’de gösterime girdi.
Margarethe von Trotta’nın 2023 yapımı Avusturyalı şair ve yazar Ingeborg Bachmann ile İsviçreli yazar Max Frisch’in aşkı üzerinden ilerleyen Ingeborg Bachmann - Çölün Kalbine Yolculuk adlı biyografi filmi ve Wim Wenders’in Japonya’yı Oscar’da temsil ettiği Mükemmel Günler Mubi’de ve Wenders’in 2023 yapımı belgesel filmi Anselm İstanbul Film Festivali’nde izleyicilerle buluştu.
Wenders’in Anselm ve von Trotta’nın Ingeborg Bachmann - Çölün Kalbine Yolculuk filmlerinin ortak yanı ise Nazi dönemi ve sonrasında sanatçıların kesişen yaşamları, birbirilerini etkilemeleri ve ilişkileri. Şair Paul Celan ile Ingeborg Bachmann gibi belki de Margarethe von Trotta, Wim Wenders ve Wenders’in belgeseline konu olan ressam ve heykeltraş Anselm Kiefer’i buluşturan çok fazla kesişme noktaları var.
Holokost sonrasında yeni bir hayat mümkün mü?
Romanya’da Almanca konuşan Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Paul Celan, toplama kamplarında ailesini kaybetmiş, kendisi de uzun yıllar kampta tutuklu kalmıştır. Savaş sonrası geldiği Viyana’da babası eski bir Nazi subayı olan üniversite öğrencisi Ingeborg Bachmann ile yolları kesişmiş, bu tanışıklık 20 yıla dayalı çoğu zaman uzaktan mektuplaşmalar ve edebiyat çevresinde dayanışmayla süren uzun süreli ve gelgitli bir ilişkiye kapı aralamıştır.
Paris’e yerleşen Celan, ilk zamanlar Paris’teki günlerini yoğun bir yalnızlık duygusuyla geçirir. 1953’te Bachmann ile birlikte Batı Almanya’da Grup 47’nin (1947-67 yılları arasında aktif olan ve Almanca dilinde yazan yazarları tanıtmak ve desteklemek amacıyla kurulan edebiyat grubunun adı) toplantısına katılır ve toplama kampı hayatını tasvir eden “Todesfuge” (Ölüm Fügü) adlı şiirini okur ancak şiirine sadece altı üye oy verir. Aynı toplantıda Ingeborg Bachmann Die gestundete Zeit (Ertelenmiş Zaman) adlı şiir derlemesiyle ödül alır. Paul Celan bir daha grubun hiçbir toplantısına katılmaz. Savaşın, Holokost’un travmalarıyla yeni bir ülkede var olma mücadelesini her zaman derinden yaşayan Celan’ın Nazilerin işgali ile çocukluğundan itibaren Yahudilere uygulanan baskı ve sınırlamalar nedeniyle farklı ülkeler ve toplama kampları arasında verdiği yaşam savaşı, yolculukları, savaş sonrası yer yurt arayışı 1958 yılında Fransa vatandaşlığına geçmesi ve 1970 yılında Sen ırmağına atlayarak intiharı ile son bulur.
Avusturya’da dünyaya gelen Ingeborg Bachmann ise genç yaşta müzik bestelemeye ve şiir yazmaya başlar. 1945-50 arasında Felsefe, Psikoloji, Alman Edebiyatı ve Hukuk alanında farklı üniversitelerde eğitim alır. Martin Heidegger üzerine doktorasını yazar. Üniversite yıllarında Paul Celan ile tanışır. 1951-53 yılları arasında Viyana’da radyo editörü olarak çalışır, ilk radyo oyunu Bir Düş Alışverişi’ni yazar. Bachmann, Avusturya ve Almanya’nın boğucu atmosferinden kaçarak Roma’ya yerleşir. Bachmann’ın Gomore’ye Bir Adım ve Undine Gidiyor hikâyeleri savaş sonrası Alman edebiyatında erken dönem feminizmin izlerini taşır. Todesarten (Ölüm Türleri) roman üçlemesinin ilki olan Malina’yı 1971’de yayımladıktan sonra, şiir yazmayı bırakır ve 1973 yılında Roma’daki evinde çıkan yangında 47 yaşında hayatını kaybeder.
Şair Haydar Ergülen 2013 tarihli “Celan ve Bachmann” başlıklı yazısını (https://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/celan-ile-bachmann-i-768) “Şiir, iki huzursuz kalbin mektuplarından da doğabilir ve Celan’la Bachmann’daki gibi bu huzursuzluğun bedelini yaşamla ödemek gerekebilir. Bedeli şiir, mektup ve ölüm olan bu aşk bize ‘Kalp Zamanı’nın hiç geçmediğini hatırlatabilir” diye bitirir. Ergülen’in ifade ettiği gibi Celan ve Bachmann’ın yaşamı, aşkları, şiirleri, hikâyeleri, mektupları hâlâ edebiyattan resme, fotoğraftan sinemaya sanatın her alanından insanlara ulaşmaya devam ediyor.
Margarethe von Trotta‘da tıpkı Paul Celan, Ingeborg Bachmann, Rosa Lüksemburg, Hanna Arendt gibi yersiz yurtsuz, haymatlostur. Düşünsel, etnik köken, dil, din farklılıkları nedeniyle vatanlarında vatansız olmak ortak yanlarını oluşturur. Annesinin ailesinin devrim sonrası Moskova’dan kaçması nedeniyle uzun süre geçici kimlikle yaşayan von Trotta 1964’te yayıncı Jürgen Möller ile evlendiğinde ancak Alman vatandaşlığına geçebilir. Savaş sonrası Alman sinema tarihinin en önemli kadın yönetmeni olarak filmlerinin merkezine çoğunlukla kadınları koyan, dünyanın önemli feminist yönetmenlerinden biri olan von Trotta’nın filmlerinde kadınlar tarihin sonuçlarını belirleyen teslimiyetten ziyade o koşulların değişebileceğine dair umut taşıyan ve tarihe etki eden özneler olarak öne çıkar. Von Trotta’nın, Kurşun Yıllar (Die bleierne Zeit, 1981), Rosa Luxemburg (1986) ve Hannah Arendt (2012) gibi filmlerinde gerçek karakterler olarak kadınların, inandıkları, haklı buldukları nedenler uğruna yaşamları pahasına mücadeleleri öne çıkar. En son Ingeborg Bachmann’ın biyografisini Bachmann’ın yazdığı metinlere dayalı olarak Max Frisch ile ilişkisi üzerinden sinemaya uyarladı. Savaş sonrası akademik kariyeri, radyo oyunları, şiirleri ve öyküleriyle dikkat çeken Ingeborg Bachmann “Sürgün” şiirinde; “Bir ölüyüm ben, dolaşıp duran, artık hiçbir yerde kaydım yok, bilinmiyorum mülki amirin görev yerinde, sayı fazlasıyım altın kentlerde ve yeşeren taşra yörelerinde, vazgeçilmişim çoktan ve hiçbir şeyle anımsanmamışım” dizelerinde yazdığı gibi özgür ama aynı zamanda kırılgan, tutkulu ve amasız, hissettiği gibi yaşadı. Savaşın, yıkımın, açlığın yoksulluğun, yersiz yurtsuzluğun getirdiği o duygusal kırılganlığı yaşamında, ilişkilerinde her daim hissetti. Filme de konu olan Frisch Bachmann birlikteliğinde Frisch hem Bachmann’ın edebiyatçı kimliğine hayran oldu hem de onun ilişkilerini kıskandı, eve gelen çiçekleri sorguladı ve klasik baskın bir erkek rolüyle, Bachmann’ın “Faşizm iki kişi arasında başlar” sözünü ilişkileri boyunca doğruladı. Bachmann Frisch’i çalışma odasında düzenli ve kuralları dahilinde eserlerini daktilosu ile yazarken gördüğünde “kalaşnikofunuz beni rahatsız ediyor” derken aslında o kurallı yazma biçimi ve düzen içinde kendisinin yaşama, yaratma olanağının olmadığını gördü.
Celan ve Bachmann’a
saygı, Heideggere’e yergi
Anselm Kiefer 1945 yılında savaşın bitimine birkaç ay kala dünyaya geldi ve çocukluğu savaş yıkıntıları arasında geçti. Hukuk ve Romanistik eğitimini yarıda bırakarak Freiburg ve Karlsruhe’de sanat akademisinde eğitimine devam etti. 1969 yılında henüz 24 yaşında genç bir sanatçı olarak Kahramanlık Sembolleri başlıklı iki fotoğraf kataloğundan oluşan çalışması ile hem büyük bir çıkış hem de sansasyon yarattı. Katalogda yer alan eserlerinde Hollanda’dan Güney Fransa ve İtalya’ya uzanan Avrupa’nın olası tüm noktalarında; antik mezar, amfiteatr, deniz kıyısında, ormanda, kentlerin farklı yerlerinde siyah beyaz fotoğraflarda Hitler selamlarına yer verdi. Kiefer bu resimlerine ilişkin gelen eleştirileri “Faşizmin yüzeyinin arkasında, faşizmin uçurumunun kendim için ne anlama geldiğini tanımak istedim, çünkü bu hikâye kendim de dahil olmak üzere tüm gerçekliğin bir parçası ve ben hayal edilemez olanı kendim haritalamak istedim” diye yanıtlar. Onun çalışmaları, Paul Celan, Ingeborg Bachmann ve Nietzsche’nin etkilerini taşır, savaş sonrası Almanya tarihini yaptığı kolajlarla yıkım ve imha üzerinden yorumlar. Kiefer eserleri aracılığı ile Almanya’nın acı dolu geçmişiyle açık bir yüzleşmeye girer ve ağırlıklı olarak eserlerinde edebiyat ve şiire yer verir. Kiefer’e göre; “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nasyonal Sosyalizmin tüm hatıraları silinmeye çalışıldı ve henüz yaralar sarılmadan tarihin izleri, Nazilerin dokunduğu her şey utanç verici bir şekilde gizlendi.”
Anselm Kiefer’in biyografisini sinemaya çeken Wim Wenders de 1945 yılında ve savaşın yıkıntıları arasında doğdu. Wenders bu filmiyle Kiefer’in eserlerini üçboyutlu olarak deneyimlenebilme olanağı sunarken, çok derinlikli bir film ortaya koyuyor. Anselm Kiefer’in özellikle Margarethe (tuval üzerine yağ ve saman) resmi, Celan’ın tanınmış Todesfuge; “Gece vakitlerinde içmekteyiz, sabahın kapkara sütunu sonra öğlen vakitlerinde ölüm Almanya’dan gelen bir ustadır, akşamları ve sabahları içmekteyiz, içmekteyiz hiç durmadan, ölüm bir ustadır Almanya’dan gelen gözleri mavi bir kurşunla geliyor sana tam göğsünden vurarak, bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarethe”1 şiirinden ilham alır. Wenders filmde Kiefer’in Almanya ve Fransa’daki atölyelerinde yürüttüğü çalışmalarına eşlik ediyor, geçmişte yer alan radyo, televizyon röportajları ve gazete haberleri ile resimlerinin arka planını oluşturan, onu motive eden Paul Celan, Ingeborg Bachmann gibi şairlerin kendi seslerinden şiirlerine yer veriyor ve Kiefer’in eserleri arasında paralellik kuruyor. Kiefer belgeselde kendisini etkileyen şairlere saygıyla atıfta bulunurken, Nasyonal Sosyalizme açık destek veren Martin Heidegger’i yeriyor ve bir filozof da olsa beyninin nasıl karanlığa gömüldüğünü şematik olarak gösterirken, 1960’larda şair Paul Celan’ın Heidegger’i ziyaret ettiğinde “acaba şair aradığı sorunun yanıtını bu ziyarette alabildi mi” diye soruyor.
Sonuç olarak savaş dönemi ve sonrası Almanya, Avusturya, Romanya, Fransa, İsviçre, İtalya’da gönüllü ya da sürgün, vatanlı ya da vatansız, bazen hayatla barışık bazen kavgalı, sanatın olanaklarıyla farklı biçimlerde faşizmin travmalarıyla yüzleşme biçimleriyle şairler, yazarlar, ressamlar, sinemacılar hem eserler ortaya koydular hem de o eserlerin konusu oldular. Ruth Beckermann The Dreamed Ones (2016) filmiyle Bachmann ve Celan aşkını izleyicilerle buluşturdu. Wim Wenders bu son belgesel filmi Anselm’de; Celan ve Kiefer’in sanatını tarihsel anlatılar, belgesel görüntüler ve dayanışma içinde bir dönemin resmini kolektif bilincimize taşıyor. Wenders sinematik dili aracılığı ile bir dönemin karanlıkta kalan yanlarını görünür kılıyor ve Paul Celan’ın Bachmann ile birlikte katıldıkları Grup 47 toplantısında Celan’ın “Todesfuge” şiirinin görmezden gelinmesine karşılık, Anselm’de Alman faşizmini kıyasıya eleştiren Kiefer’in çalışmalarına ilham kaynağı olan Celan’ın 1958’de okuduğu ünlü şiiri “Todesfuge”ye yer vererek, bugün dağılmış da olsa Alman edebiyatında hâlâ etkin olan 47’ler grubuna da gecikmiş bir yanıt veriyor. Margarethe von Trotta ise Ingeborg Bachmann ve Max Frisch’in ilişkilerini merkeze aldığı biyografi filminde düzenli olarak Bachmann’a rengârenk çiçekler göndererek Max Frisch ve Bachmann arasında varlığını hep hissettiren Celan’a selam göndermeyi ihmal etmiyor.
1 Ellerin Zamanlarla Dolu (2015, İstanbul). Çeviri: Ahmet Cemal. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.