Selim Bektaş’ın romanı, absürt, keyifli, mayın gibi döşenmiş metaforlar ve zekice göndermelerle dolu. Biçimsel tercih ise kısa kısa metinler halinde, hatta daha çok deneysel vagonlar diyelim. Yetmiş iki bölüm, 72 parça yemek takımı gibi de düşünebilirsiniz.

Absürt, keyifli, mayın  gibi bir roman

Ümit Aykut Aktaş

‘Bir hikâyede birden fazla güzel kadın varsa orada mutlu erkek olamazdı.’ Erkek, Peygamber adayı olsa dahi.

A-Ha'nın ‘Take On Me’ parçasını dinleyemeye başlayarak yazının başına oturdum, kendi kendime söz verdim, kitaptaki parçaları dinleye dinleye bitireceğim bu yazıyı diye. ‘Ve Diğer Kutsal Şeyler’ Selim Bektaş’ın ikinci romanı, ilk romanı Muz Beyazı 2015’te İthaki Yayınları tarafından yayımlanmıştı. İşinden yeni ayrılmış bir yazar, roman yazmaya niyetleniyor, romanına yoğunlaşmak istiyor ama ne var ki tüm gün bulutları seyretmek daha çekici geliyor yazarımıza. Aslolan metnin kendisiyse yazarımızın da biraz gevşemeye hakkı olmalı değil mi? Bir yandan da iş bulması gerekiyor, sevgilisi ara ara sıkıştırıyor Veysel Zebub’u, ama iş bulması o kadar da kolay olmuyor elbet. İşsiz bir mühendis ve kitabını bir türlü yazamayan bir yazar olan Veysel Zebub’a, Şey isimli kutsal kitabın son bölümünün tamamlanması görevi veriliyor, üstelik sadece tren hareket halindeyken. Bitirici, güçlü bir finali yazmak hiç de kolay değil, bu aynı zamanda kutsal kitabın ete kemiğe bürünmesi de demek. Aslında izlek belli; makinist, tren, yemekli vagon, kompartıman, demiryolu, kondüktör ama hadi gel de yaz.

Son bölümü eksik bir kutsal kitap, rotası belirsiz bir tren yolculuğu ve karmakarışık ilişkiler yumağı... Ve Diğer Kutsal Şeyler, bir demiryolu romanı, arayış romanı hatta çokça da kayboluş.

Üç güzel kadın; Bilge, Sofya, Havva ve diğer adamlar; Musa, Zerbent, Galip Tabak, Yakup Aziz.

Veysel Zebub’un yazamama serüveni, bana Coen Kardeşler’in Barton Fink’ini ve onların muzip, absürd, kaybolmuş karakterlerini çağrıştırdı, biraz da Richard Brautigan ve Kurt Vonnegut mizahını. Barton Fink de bir türlü yazmaya başlayamaz. Senaryonun ilk birkaç satırından daha fazlasını yazamayan Barton, yazmayı umduğu şeyle kendisinden yazılması istenen şey arasındaki uçurum yüzünden imgelemindeki ilham perileri teker teker kurşuna dizilir. Veysel Zebub’da da benzer emareler söz konusu, biri otel odasına diğeri tren kompartımanına sığınıyor.

Şey’i yazmaya başlayan ‘İlk Makinistler’ vahim bir tren kazasında şehit olduktan sonra kutsal kitabın son bölümü bir türlü tamamlanamamıştır. Bölümler birçok yazarın hatta yarı zamanlı peygamberin kaleminden çıkmış olsa da son bölümü uzun süredir eksiktir. Rotanın ve varılacak durağın belirsiz olduğu bu tren yolculuğuna Veysel Zebub’a arkadaşları Bilge ve Sofya ile halkla ilişkiler uzmanı Havva Hanım ve ilahiyat profesörü Galip Tabak eşlik eder. Bir de Veysel’in yazmaya çalıştığı kitabı vardır elbette.

“İstifa ettikten sonra daha fazla zaman bulabileceğimi düşünmüştüm ama asıl düşmanlar dışarıda değil, içerideymiş meğer.”

“Kitap nasıl gidiyor? Yazabildin mi bir şeyler?”

“Hayır” dedim. “Başka şeylerle uğraştım.”

Hiçbir şey yazamadığımı söyledim ama bütün gün bulutlara baktığımı bilmeni istemiyordum.

“Kendime göre iş bulamıyorum.”

“Seni seviyorum.”

“İş bulabildin mi?”

“Bulmaya çok yaklaştım.”

“Güzel.”

“Kitap nasıl gidiyor?”

Veysel’in zihninde dönüp duran balonlar sıklıkla birbirine çarpıyor; mühendislik dışında bir işten para kazanabilme ihtimali, yazı ile geçinebilme sanatı, aşklar, tutkular ve diğer ölümcül şeyler.

Selim Bektaş’ın romanı, absürt, keyifli, mayın gibi döşenmiş metaforlar ve zekice göndermelerle dolu. Kitaptaki deneysel kompartımanlarda; terkedilmiş telefon kulübelerine -en son ne zaman görmüş olabiliriz ki?- bulutlara, ilişkilere, az müritli dinlere, İstiklâl Caddesi’ne, ıssız demiryollarına, kırmızı ve kahve tonlarındaki kompartımanlara, kahve kokularına, bulmacalara, aralarında kalınan 'teni çok güzel, kahve köpüğü gibi' kadınlara, cepteki son bozukluklarla çalıştırılan müzik kutularına, serin ve beklentisiz cesetlere, sigara içilebilen vagonlara, tek kapılı arabalardaki, isteyenin istediği gibi inememe sorunsalına denk geliyoruz.

DENEYSEL VAGONLAR

Biçimsel tercih ise kısa kısa metinler halinde, hatta daha çok deneysel vagonlar diyelim. Yetmiş iki bölüm, 72 parça yemek takımı gibi de düşünebilirsiniz. Yolculuğumuzda Calvino, Borges, Vonnegut, Ali Teoman, Agatha Christie, Kandinsky, Pink Floyd, Led Zeppelin, Miles Davis, Coltrane, The Doors, Jethro Tull, Tom Waits, Simon & Garfunkel, Radiohead, Cream -Ah Eric Clapton’ın ilk dönemleri ahhh…- A-ha Take on me, REM Losing my religion, -‘dinimi kaybettim’ burada da bir metafor gizli olmalı?-

Bu bölüm spoiler içeriyor, kitabı okumadıysanız ve okuma niyetindeyseniz artık dergideki başka yazıya geçebilirsiniz. Yüz kırkıncı sayfada, “Havva, yapılan görüşmelerde yönetim kurulunun ve kâtiplerin metni beğenmediğini, Mercury’ye hiç atıf yapılmadığını ve lokomotif estetiğinden çok uzak olduğunu söyler.” Peygamber adayının kutsal kitabın son bölümüyle ilgili yazdığı metin yayınevi tarafından reddedilir, burada kendisi de bir yayınevinde editör olan yazarımız, kendi yarattığı karaktere de geçit vermemektedir.

“Kapının yanındaki küçük zil çaldı ve mavi şapkalı makinist çizgi film gülümsemesiyle belirdi.”

“Aklımda bir cümle var dedim onu yazınca gelirim.”

“Aklımda bir şey yokken aklımda bir şey varmış gibi yapmayı iyi kıvırıyorum. Çocukluktan kalma bir yetenek.”

”Biliyor muydunuz,

Rüzgârın fısıltısında serildiğinin

Aradığınız rayların”

“Akşam bulutları, göğün güzel bir yerinde şakalaşan köpek yavruları gibi iç içe geçiyordu. Bulutları izlemek için güzel bir akşamdı.”

“Ben de ‘Bulutları izleyelim mi,’ diyecektim sana, dedim.”

“Hangi bulutları?” dedi.

“Benim penceremdeler şu an.”

“Kaçmadan gidelim.”

“Hadi.”

“Sofya’yla birlikte toplantıya kadar bulutları izledik. Küçük kırmızı bulut, büyük gri bulutu öptüğünde ben de Sofya’yı öptüm.”

“Sonra yağmur yağdı.”

İtiraf etmeliyim ki kitap beklediğimden daha inceydi. Kutsal kitap deyince insan, en az dört yüz sayfa falan bekliyor hatta Umberto Eco’nun anekdotunu da anmadan geçmemeli; İncil editöre gönderilir, gelen yanıt şu şekildedir:

“Yalnızca ilk beş bölümün yayın haklarını almaya çalışmanızı öneririm. Oralarda pek sorun yok. Ayrıca daha iyi bir başlık bulunmalı kitaba. Örneğin, 'Kızıldeniz Haydutları' olabilir mi? Yeri gelmişken, yazarın adı metnin hiçbir yerinde, hatta içindekiler bölümünde bile geçmiyor. Kimliğini gizli tutmak için özel bir neden mi var?"

Gerçekten de ilk beş bölümü kim yazdıysa sıkı bir editörle çalışmış olmalı, sonraki bölümlerde hikâye çok dağılmış çünkü. Zaten kutsal kitapları, Ve Diğer Kutsal Şeyler’i ve illa çoksatarları eleştireceksek işe Tanrı’dan başlamamız gerekiyor, yayımlatabildiği dört kitabı var, yazarın ilk kitabı da dâhil satışları hiç de fena gitmiyor doğrusu.