Tayfun Pirselimoğlu sistemin ezdiği, adam yerine koymadığı, kendilerini tümüyle değersiz ve işe yaramaz hissettirdiği

“PUS”

Tayfun Pirselimoğlu sistemin ezdiği, adam yerine koymadığı, kendilerini tümüyle değersiz ve işe yaramaz hissettirdiği insanları anlatıyor bize. Ekonomik anlamda ezilme ve yoksullaşmanın ötesinde (ki bunlar çok önemli, belirleyici bir yer tutuyor onların hayatlarında,) kimliksizleşme, silinmeye varıyor kahramanlarının yaşadıkları.
Ekonomik krizin başladığı günümüzde geçiyor “Pus”. Televizyondan duyduğumuz sesler, acımasız ilişkileri anlatıyor: bir anda kapının önüne konulanlar, fedakarlıkları hiçe sayılanlar, işsizleşenlerin hikayelerini duyuyoruz… İstanbul denen heyulanın yolumuzun düşmemesini dileyeceğimiz semtlerinden Altınşehir’de geçiyor film. Bu semtlerde sanki her şey gri, sanki hayatı sürdürme çabası dışında yapılan, hayata renk katabilecek hiçbir şey yok.
Filmin merkezinde Reşat var. Annesiyle oturan, bir korsan dvd imalathanesinde çalışan, yalnız ve mutsuz biri Reşat. Bir motosikleti olsa belki komşu kızıyla arasında bir şeyler olacak ama… Alamazsa, çalacak. Zaten Reşat, hep çalıyor, gerekli gereksiz, her şeyi. “Ben varım!” demenin bir yolu belki de bu.
PARALEL HAYATLAR
Paralel bir hikayede ise yürümeyen bir ilişkiye tanık oluyoruz. Kadın bir konfeksiyon atölyesinde, adam mezbahada çalışıyor. İkisi de, tıpkı Reşat gibi filmin akışı içinde işlerini kaybedecekler. Adamla kadın birlikte yaşamayı sürdürseler de birbiriyle konuşmuyorlar. Ve adam karısını askerlik arkadaşı, gayrı meşru alemin adamı Salih’e öldürtmeye karar veriyor.
Tesadüf Reşat’ı bu çiftin hayatına sokuyor. Salih bir gün Reşat’ın dükkanına bir paket bıraktıktan sonra öldürülüyor. Reşat, Salih’in bıraktığı paketi alıyor. Paketten, arkasında konfeksiyon işçisi kadının adresi yazan bir fotoğraf ve bir tabaca çıkıyor. Reşat adresten adamı buluyor ve anlaşmayı öğreniyor. Adam Salih’in, Reşat’ı bu iş için görevlendirdiğini sanıyor. Reşat bu yeni kimliğini yani kiralık katilliği benimsiyor. Birisinin yaşamına hükmetmek midir, bu güçlü konum mudur Reşat’a çekici gelen?
Filmin üç kahramanının da hayatı gözlerimizin önünde, kayıp gitmeye başlıyor. Zaten hiçbir zaman hiç birinin ayakları sağlam bir zemine basmamıştı. Pirselimoğlu özellikle kahramanlarıyla seyircisinin arasına bir mesafe koymaya, özdeşleştirmemeye önem veriyor. Ne Reşat’la annesini, ne de adamla kadını bir kez bile birbirleriyle konuşurken görmüyoruz. Bu elbette, doğalcı bir anlatım tarzı değil. Fakat, filmin merkezinde olmayan insanların davranışları gayet doğal. Bu farklılık, filmin üslubunda bir sorun yaratıyor, kanımca.
“Pus”un atmosferi baştan sona gri. Bir kez bile neşe filmin içine sızmıyor. Adamla kadına bir parça daha yakınlaşıyoruz ama Reşat karakteri o kadar donuk ve kapalı ki! Bu kadar uzakta birinin neşesiz ve tatsız yaşamını izlemek bir süre sonra yorucu bir hal almaya başlıyor.
BENZERLİKLER
Pirselimoğlu filmleriyle, Reha Erdem’in filmleri arasında garip kesişmeler var, değinmeden geçemeyeceğim. Koskoca İstanbul’da aynı umumi tuvaleti ikisi de görüntülemişlerdi bir önceki filmleri “Rıza” ve “Hayat Var”da. Son filmleri “Pus” ve “Kosmos”ta ikisi de bizi mezbahalardan içeri sokuyor. (Bir tesadüf de “Şavaklar” filminde de mezbahaya sokulmamız.) “Pus”un başrolündeki Ruhi Sarı ile, “Kosmos”un başrolündeki Sermet Yeşil bir kardeş gibi birbirlerine benziyorlar ve ikisinin soyadlarına da dikkat edin lütfen! Acayip değil mi? Tabii Pirselimoğlu sinemasıyla Demirkubuz sineması arasında da benzerliklerden söz edilebilir. İkisi de varoşlarda yaşayanları anlatmayı, televizyonu filmlerine sokmayı seviyor. Fakat, Pirselimoğlu ne o ne de diğeri. Sinemamızın henüz hak ettiği ilgiyi görmemiş ama göreceğinden de emin olduğumuz önemli bir yönetmeni Pirselimoğlu.
Bir şeye değinmeden geçemeyeceğim . Sinema dergisinde Müjde Işıl’la yaptığı söyleşide yönetmen Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısındaki “her canlı ölümü tadacaktır” sözünden bahsediyor ve bu söze kızmak yerine, üzerine düşünmek gerektiğini söylüyor. Ben, bu sözü beğenmeyenlerdenim. Ölüm tadılan bir şey değildir çünkü. Ardından yaşamayı sürdürdüğünüze inanıyorsanız anlamlıdır bu söz sadece. Yani cennet ve cehennem, ölümden sonra “insan” kimliğinde bir hayatınız varsa, ölümü “tatmış” olabilirsiniz ancak. Yok, bunlara inanmıyorsanız, dindar değilseniz, o zaman ölüm varsa siz yoksunuz demektir. Tadından söz edebileceğiniz bir deneyim olarak ölüm de yoktur. Ama öleceğimizin bilincinde olmak, elbette önemlidir. Mesele buysa, ona katılıyorum elbette.

Şrek: Sonsuza Dek Mutlu
Devrimci canavarlar cadılara karşı
Şrek hikâyesinin başını hatırlıyor musunuz? Lanetli bir prenses vardır Fiona adında. Sabahları güzel bir genç kızken akşamları bir canavara dönüşür, daha doğrusu tam tersi. Canavar dediysek, korkunç değil, sadece biraz şişman ve egemen güzellik kalıplarının dışında diyelim. Şrek onu öperek lanetinden kurtarır: Yani artık Fiona hep canavar olarak kalacak, güzel bir genç kadın olmayacaktır! Şrek ve Fiona evlenir ve… Şrek, evli ve çocuklu olmanın sıkıcı dünyasından bunalmaya başlar. Eski, maceralarla dolu bekar hayatını özler. Karşısına Rumplestiltskin (bir Grimm kardeşler kahramanı) adında bir cüce çıkar. Cüce Şrekle bir anlaşma imzalar. Şrek’in kendisini bir gün boyunca eskisi gibi hissedebilmesini sağlayacaktır, karşılığında da Şrek’in hayatından bir günü alacaktır. Şrek iş işten geçtikten sonra üçkağıdı fark eder. Cüce Şrek’in doğduğu günü almış yani onun yok olmasına neden olmuştur. Hayat da doğal olarak çok farklı  gelişmiştir. Rumpelstiltskin, krallığı ele geçirmiş, canavarlar ise yeraltında devrimci bir direniş hareketi başlatmışlardır. Liderleri de Fiona’dır. Şrek, devrimci direniş hareketine katılır. Anlaşmayı geriye çevirmenin de hala bir yolu vardır. Şrek, Holywood yapımı bir çizgi filmin maksimum olabileceği kadar solcu. Bu özelliğini serinin diğer filmlerinde de görmüştük. Onun dışında film bir yere kadar eğlendiriyor, sonra sıkıcılaşıyor. Ama asıl çocuklara sormak gerekiyor elbette.