Hayatımızın önemli bir bölümü üçüncü sayfalara sıkıştı kaldı.

Hayatımızın önemli bir bölümü üçüncü sayfalara sıkıştı kaldı. Özellikle cinsel içerikli haberler, her gün bu vıcık vıcık sayfalardan taşıp hayatımıza, hayallerimize, ahlak anlayışımıza dalıveriyor.

“Dünya tecavüz ligi” diye bir şey olsaydı, herhalde Türkiye olarak liderliğe talip olurduk.

Gazetelere bakılırsa memlekette durmadan tecavüz, taciz, “namus cinayeti”, cinsel suçlardan yargılanma, hüküm giyme ve hafifletici nedenlerle yakayı sıyırma haberleri üretiliyor.

Bu gazeteler bir yandan cinsel sapıklık ve suçları kınar gibi yaparken, öbür yandan sayfalarını ve sitelerini “kim, kimi, nasıl?” dedikodularıyla dolduruyorlar. Tahrik edici kıvrımları ve gölgelenmiş şehvet gizemlerini sergileyen “görseller” de cabası…

Bir yandan Türk erkeğinin seks düşkünlüğü anlatılıyor; Alman, Rus, Hollandalı demeden dünya kadınlarını nasıl “fethettiğimizin” destanları yazılıyor... Diğer yandan Türk kadınının cinsel açıdan mutsuz olduğuyla ilgili araştırmalar yayımlanıyor... 

Giderek sıkışan bir mengenenin içine hapsolmuş zavallı Türk erkeğine ise, “sabır- hayal-patlama” üçgeninde sinirli voltalar atmak düşüyor...

*        *        *

Bizim memlekette erkekler hep “silahlı” dolaşırlar. Silahları cinsellikleridir. O silahı koruma ve hakkıyla kullanma kaygısı bazen hayatı zindan eder onlara. Erkek olmak zor zanaattır.

Bizim memlekette erkekler hep birilerinin kendilerini aşağılayacağı korkusuyla gezerler ve bu korkuyu belli etmemek için sert yüz ifadeleri kullanırlar. Çabuk alınırlar ve kendilerine hakaret ettiğini düşündükleri kişiyi cezalandırma kararını düşünmeden alırlar. “Gözü karalık” olumsuz bir özellik değil, övgüye değer yanlarıdır.

Bizim memlekette küfür için bıçak çekilir, adam vurulur. “Namus meselesi” dedin mi akan sular durur. Ar ve namus dedikleri ise nedense kafa ve yüreklerde değil, bel altında ve bacak arasında aranır. Arayan da, saldıran da, cezalandıran da genellikle erkektir.

Bizim memlekette erkekler pek de hakkıyla kullanamadıkları için hep açlık çeken cinselliklerini her alanda sınamayı düşlerler. Yalnızca zor erişilir bir keyif aracı değildir cinsellik. Bazen bir cezalandırma biçimidir. Düşmanına ve düşmanının dişisine “kötülük yapma” güdüsü bu çarpık cezalandırma anlayışından doğar.

 *        *        *

Amerikalılar, Saddam’ın oğlu Uday’ın malikanesinde binlerce porno yayın, yüzlerce kadının telefon numarası, bir de içinde “Avrupa’da senin gibi erkek yok” cümlesi geçen mektup bulmuşlardı...

Uday’ın yatak odasının duvarını ise Bush’un ikiz kızları Jenna ve Barbara’nın fotoğrafları süslüyordu.

Onlar dünyanın en güzel veya seksi kızları oldukları için mi? Elbette hayır. Ama “Saddam’ın oğlu” illa ki “Bush’un kızları”nı istiyor, çarpık seksi özlemlerini, siyasi ve askeri realitelerle bulamaç yapıp kendine böyle bir cinsel fantezi sunuyordu.

Eminim Uday, elinde olsa bu fanteziyi gerçekleştirmek için Irak’ın yarısını verirdi.

Ama Irak’ın tümüyle birlikte Uday da gitti. Yalnızca çarpık fantezileriyle birlikte yıkılan bir duvardan izler kaldı geride.

Ya Türk erkekleri? Onların duvarlarını ve hayallerini süsleyen kadınların hepsinin dünya güzeli olduğunu mu düşünüyorsunuz?..

*        *        *

Bizim memlekette erkekler güçsüz ve kırılgandır. Bunu belli etmemek için şiddeti el altında tutarlar. Bakışları, jestleri, tavırları serttir. Cesaretleri hep “kanıtlanmak” ister. Korkularını bastırmak için korkuturlar.

Bizim memlekette erkekler bir türlü gideremedikleri cinsel iştahlarını yatıştırmak için düşlerini saldırganlığa mahkûm ederler. Zengin fantezileri sanata, spora, politikaya taşar. Nice büyük zaferler kazanırlar bu fantezilerde.

Gerçek hayattaki zaferleri ise acınacak kadar azdır.


Yeltsin hatırlandı

Ve kör öldü, badem gözlüm oldu...

Yaşasaydı 1 şubatta 80 yaşına girecek olan eski lider Boris Yeltsin anılıyor. Doğum gününde Başkan Medvedev, Yekaterinburg kentinde Yeltsin anıtını açtı. Büyük sözler etti ülkenin ilk lideri için. Onun yeni Rusya’yı kurduğunu ve başlattığı politikanın bugün de sürdüğünü söyledi.

Bu son dediğine kim inandı, bilmiyorum. Ama ben inanmadım.

Yeltsin, 90’ların sonuna doğru artık yönetemediği koca ülkeyi “başına bela olmadan” devredebileceği yeni lideri bulmak için akla karayı seçti. Çernomırdin’i mi denemedi, Kiriyenko’yı mu, Stapaşin’i mi, Primakov’u mu? Başbakanlığa getirdiği insanlara “Acaba benim yerime geçebilir mi?” diye bakıyor; sonra “I-ıh, bundan lider olmaz” veya “Bunun ne yapacağı belli olmaz” diye bir kenara atıyordu.

Sonunda Petersburg’dan bulunup getirilen, güvenlik ve haberalma konusunda uzman olan, nasıl bir siyasi görüşü olduğu meçhul olsa da, “sadakatine güvenilebilecek” saydığı Putin’i Başbakan yaptı. Ve “Galiba bu sefer tuttu” diyerek birkaç ay sonra kenara çekildi. 1999’un son günü, tarihi yeni yıl konuşmasında “Gidiyorum” dedi. Ve her şeyden çok sevdiği iktidarla vedalaşıp gözyaşlarıyla istifayı bastı.

Gelen lider Putin, Yeltsin’e verdiği sözü tutarak ona ve yakınlarına dokunmadı. Ama siyaset alanında her şeyi değiştirdi. Önce Yeltsin’in pek sevdiği büyük işadamlarını (“oligarkları”) Kremlin’den attı, kimisini içeri tıktı. Muhalif medyayı susturdu. Bu arada ülke bütünlüğünü sağlamak için, başka Çeçenistan olmak üzere, özerk cumhuriyet ve bölgeleri sindirdi. Petrol fiyatlarının iyi gitmesinden dolayı, şansı da vardı. Ve kısa sürede konumunu güçlendirdi. Yeniden ve daha güçlü bir şekilde “Büyük Rusya” söylemleri güçlendi. Batı ile ilişkiler zaman zaman gerginleşti. Seçimler ya (biraz da Sovyet dönemindekileri hatırlatarak) sembolikleşti, ya da (yerel yönetimler düzeyinde) büyük ölçüde kaldırıldı. Atama mekanizması ve merkeziyetçilik pekiştirildi. Demokrasinin yerine “huzur ve istikrar” söylemi geldi.

Yeltsin çok hırslıydı. Bu hırsıyla Gorbaçov’u devirmek için (kimilerine göre belki de “kurtarılabilecek ve reforme edilebilecek olan”) Sovyetler Birliği’nin dağılmasına öncülük etti. Görünüşte demokratik ve çoğulcuydu. Basın özgürlüğü için bazı adımlar attı. Ama 1993 sonbaharında olduğu gibi, muhaliflerine karşı silah ve sert baskı yöntemleri kullanmaktan da çekinmedi. Kendisini destekler görünen Batı’ya karşı önemli ve bazen karşılıksız tavizler verdi.

Kendisini çok seviyor, kimseye aldırmıyordu. Keyfi tavırları çoktu. Kameralar önünde bakanlar kurulu üyelerini “Yanlış oturmuşsunuz; sen oradan kalk, sen buraya otur” diye ezdiği oldu. İçkiye düşkündü. Dünya liderlerinin karşısına defalarca içkili çıktı; bazen uçağından dışarı çıkamadı, bazen orkestra yönetti, bazen sekreterine çimdik attı.

Kabaydı, kararlıydı. Gorbaçov gibi eşini “ortalarda dolaştırmadı”. Bu yönleriyle önce “Rus mujikleri”nin hoşuna gitti. Ama yıllar geçtikçe halkın nefretini kazandı. İktidarı terk ettiğinde reytingleri yüzde 3’ün altına düşmüştü.

Ölümünden bu yana yaklaşık dört yıl geçti. Ve geçenlerde yapılan bir anket, Ruslar’ın büyük çoğunluğunun Yeltsin’i hâlâ sevmediğini ortaya koydu. “Yeltsin döneminin ülkeye yararı mı zararı mı?” oldu sorusuna halkın yüzde 20’si olumlu cevap verirken, olumsuzlar yüzde 60’a yaklaştı.

Bir şey daha: Yeltsin’i özellikle şimdi ileri çıkarmaya ve övmeye çalışanların belki şöyle bir “gizli amacı” var. “Daha liberal ve daha demokratik” gördükleri Medvedev’i “Yeltsin gibi” olmaya davet ederek, “daha sert ve otoriter” buldukları Putin’i ekarte etmeye çalışıyorlar. Ama evdeki hesap tutar mı, bilinmez…