Başladığından bu yana değişik tarihlerde süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine katılan tutuklu ve hükümlülerin sayısı 700’e yakın. Greve ne...

Başladığından bu yana değişik tarihlerde süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine katılan tutuklu ve hükümlülerin sayısı 700’e yakın. Greve ne zaman başladıklarına ve minimum beslenme (tuz, su, şeker vs.) koşullarına bağlı olarak, grevcilerin bir kısmı bedenlerinde kalıcı hasar bırakacak, hatta onları ölüme götürecek eşiği geçmek üzere. Hayatlarını başkalarının hakları ve barış için adamaya kararlı bunca grevcinin taleplerine, sanki bu eşiğin geçilmesini beklercesine, nihayet medya da yer vermeye başladı. Şüphesiz bu süreçte başından beri talepleri gündemde tutmaya çalışan kesimlerin rolü de yadsınamaz. Açlık grevinin medyada kısmen bile yer almasına dayanamayan (T. Günersel’in tabiriyle kabil-i hitap olmaktan çoktan çıkmış) Tayyip Erdoğan, İdris N. Şahin ve benzerlerinin sataşmaları, devirdikleri çamlar da paradoksal bir biçimde hem medyanın hem de halkın taleplere gösterdiği ilgiyi artırdı.

Bu bağlamda, 1 Kasım’da bir grup aydın Taksim’de bir otelde bir araya gelerek grevcilerin taleplerini ve durumun vehametini dile getirdi. AKP hükümetini göreve davet etti. İşte bu “AKP’yi göreve davet etme” tarzı üzerine ilkin toplantıda bazı dostlarımla, daha sonra da Facebook sayfamda paylaştığım gözlemimi aktarmak istiyorum. Dedim ki: “Yaşar Kemal ile Tarık Günersel'in konuşmalarını çok beğendim. Diğer bazı konuşmalarda öne çıkan bir vurguyu beğenmedim ve siyaseten içinden geçtiğimiz konjonktürün doğru değerlendirilemeyişinin tezahürü olduğunu düşünüyorum. Neydi bu vurgu? AKP zaten ana dilde savunma hakkını gündeme almışmış, hatta Erdoğan'ın kendisi gerekirse Öcalan'la da görüşürüz demişmiş. Zaten, ölüm orucuna yatanların talepleri de buymuş. O zaman AKP dediğini yapsınmış vs. vs. Bu argümantasyon aydın deformasyonudur: söylenenler ile yapılanlar arasında çelişki bulmanın şehveti içinde açlık grevindekilerin politik taleplerini bir başka siyasetin lafzına mahpus ettiğinin farkında olmaksızın, hala o siyasete doğrusunu göstererek, ondan medet ummaktır. Konjonktürün gerektirdiği siyaset tarzı otonom davranmaktan geçmektedir. 

Grevcilerin taleplerine cevap verebilecek otorite şüphesiz AKP hükümetidir, daha doğrusu, bakanlardan ikide bir adeta “şöförüm,” “ahçım” tonlaması ile bahseden Erdoğan’dır. Peki, bu kişinin, bırakın diğer meseleleri sadece Kürt sorununa ilişkin sicili umutlu olmayı gerektiren bir nitelikte midir? Hadi sicilini geçtik, ruh hali müsait midir taleplere cevap vermeye? Etrafındaki kadronun kalitesi de Yeni Akit güvenilirliğine endeksli “kuzu kebap” saldırısını dizayn edip Erdoğan’ın ağzına yerleştirme düzeyindedir. Şimdi, kalkıp bu kişiye “daha önce şunu demiştiniz, bunu demiştiniz, unutmuş olmalısınız, sizi tutarlılığa davet etmek istiyorum” demenin alemi var mı? Yoksa, yeni bir “yetmez, ama evet” alemi var durumu ile mi karşı karşıyayız? 

 

Sıra geldi AKP’ye çelişkilerini göstererek, sözünün eri olmaya davet ederek değil de, otonom davranarak geliştirilebilecek somut siyaset tarzına. Otantik bir örnek verelim; öneren, bu tartışmanın dışından bir ses, bölgeden, Cennetin Kayıp Toprakları’nın yazarı Yavuz Ekinci: “Gazetelerde ve internet haber portalında köşesi olan yazarlar, köşelerinde belirlenmiş bir günde birer tutsak mektubu yayınlarsa ne güzel olur. 683 tutsak açlık grevinde. Sayılara hapsettigimiz insanları anlatamayız. Çünkü en hikayesini bilmediklerimize düşman kesiliriz.” 

 

Ekinci’nin çağrısına ses verelim, tutsakların sesini yayalım. AKP hükümetini, grevcilerin taleplerini, kitabi, naif argümantasyonlarla değil geniş halk desteğiyle kabul etmek zorunda bırakacağımızı unutmadan.

 

***

Ben Emel Gültekin,

 

14 Mayıs 1984 Amed Bismil doğumluyum. 15 Aralık 2010’da tutuklandım. Anadilimde savunma yapmak istedim fakat reddedildim. Savunmam alınmadan örgüt üyeliğinden 7 buçuk yıl ceza aldım. Yaklaşık iki yıldır cezaevindeyim ve darbe sonucu oluşan fiziksel rahatsızlıklar yaşamaktayım. Damarlarımda ciddi ezilmeler ve zedelenmeler mevcuttur. Hakikat aşkının özgür yaşama yaklaştığı bir dönemden geçiyoruz. Böyle kutsal bir eylemde insanlık adına verilen bu savaşta bedenini ölüme yatırmak benim, bizim için onur verici ve büyük bir anlam taşımaktadır. Biz yaşamayı ve yaşatmayı uğrunda canımızı verecek kadar çok hissediyor ve seviyoruz.