Google Play Store
App Store

Adaletin erilliği sadece kadına yönelik suçlarda mevcut değildir. Şairi, sivil toplumcuyu, avukatı, siyasetçiyi, gazeteciyi, akademisyeni, öğrenciyi zindanlara tıkan zihniyet de eril zihniyettir.

“Adalet adın bundan sonra adale olsun”
Fotoğraf: Serra Akcan/csgorselarsiv.org

Nesli Zağlı

“Türkiye’nin güneyinden
üzücü haberler geliyor
Türkiye’nin kuzeyinden
üzücü haberler geliyor
Türkiye’nin doğusundan üzücü haberler geliyor
Türkiye’nin batısından üzücü haberler geliyor
Türkiye giderek üzücü
bir habere dönüyor…”

Birhan Keskin & Aslı Serin, 2015

Türkiye son 20 yılda, her gün biraz daha üzücü bir habere dönüşürken; zihnimizin arkasında bir sayaç acıyla, tık tık atıyor. Kocaman bir üst zihnin arkasındaki, kocaman bir sayaç. Üst zihin diyorum, çünkü bu boğucu resmin içindeyken fark etmek pek de olanaklı değil. Sadece derin bir kanama hissediyor ve kıvranıyorsun bir kadın, bir insan olarak. Türkiye’de eril şiddetin tablosundan çıkıp, dışarıdan bakmak gerekiyor olan bitene. Anlıyorsun ki savaş Ortadoğu’nun şurasında, burasında, Ukrayna’da değil sadece. Savaş 36-42 kuzey paralelleri, 26-45 doğu meridyenlerinde. Bu doğu kısmı bilhassa önemli, çünkü eril savaşın niteliği Ortadoğu bataklığına çok benziyor. Onlar kuma, bunlar varile gömüyor... Bu ülkede kadınlar taciz ediliyor; psikolojik, ekonomik, fiziksel, cinsel şiddete maruz kalıyor, katlediliyor, üstüne yakılıp yıkılıp kaybedilmeye çalışılıyor. Bunlar büyük bir hızla, kesintisiz devam ederken, acı ve utançtan sesli söylemeye dilimizin varmadığı eril suçların hesabı indirimlerle primleniyor. Adalet yok, adaletin T’si düşmüş, adalet artık yek bir kastan ibaret. Adalet, gerici iktidarın gövde gösterisi yaptığı erkek egemen bir refleks. O kas yığınının ardında artık hak, hukuk görünmüyor. Eril şiddetin karşılığı hep biraz daha küçülmüş bir adalet, biraz daha şişirilmiş bir “adale/kas” oluyor. Buraya mutlaka ekleyelim; bizim karnımız bu gövde gösteresine tok.


Benim son yıllarda hatırladığım kadarıyla, tüm bu eril şiddet davaları içinde, biraz olsun içimize su serpen, yaralarımıza merhem olan sonuçlar olmadı. Bu tip konularda çekimser kalabilecek hâkim-savcıya bile tahammülleri yok. Kadına yönelik şiddet o kadar, o kadar politik ki bu konuda asla takiyeye düşmüyorlar. Hani bir adil, bir adil olmayan karar vereyim de kafalar Yetmez Ama Evetçiler gibi karışsın diye bir yaklaşım asla yok. Çüklü rejim, çüklü yönetim, çüklü zihniyet, çüklü adalet. Formül bu kadar basit. Özellikle belirtmek isterim ki, adaletin erilliği sadece kadına yönelik suçlarda mevcut değildir. Şairi, sivil toplumcuyu, avukatı, siyasetçiyi, gazeteciyi, akademisyeni, öğrenciyi zindanlara tıkan zihniyet de eril zihniyettir. Dişil olana güzelleme yapmaya gerek yok. Anaçlıktan ve üreticilikten bahsetmeye de gerek yok. Ama malumunuz adaleti simgeleyen heykeldeki Themis boşuna kadın değildir. Bu konulara feminist bir yerden bakmıyorum, zaten öyle bir bilgim de yok. Ama hümanist biri olarak inanıyorum ki, dünyanın başına gelen en büyük belalar; kapitalizm, rekabet, silahlanma, savaş, kan, revan hep erkek egemenliğinden geldi. Linç yememek için de, şiir okuyan, çay içen erkekleri asla üzmek istemediğimi belirteyim. Şaka bir yana benim bahsettiğim erkek veya kadın olmak değil, sistemik anlamda “erkeklik” halidir.

Geçen hafta sonu bir öneri üzerine Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood adlı filmini izlemiştim. Herkesin hemfikir olduğu konu Daniel Day Lewis’in üstün oyunculuk performansı. Buna ben de katılıyorum ancak ben filmden etimle, budumla nefret ettim. Ama nefret etme nedenim film ile değil filmin çağrıştırdıkları ile ilgiliydi. Eril adalet konusunda yazacağım belli olunca dedim ki ne büyük bir tesadüf. Ben de tam erkekliğin hırsla, şiddetle, kapitalizmle, parayla, pulla, vefasızlıkla ne kadar ilgili olduğunu düşünüyordum. Koca filmde, yemek sofrasında erkekçe konuşulacağı için kışkışlanan birkaç kadın figüran dışında sadece masum bir şekilde dudak büzen ve katil Daniel’dan şefkat gören tek kadın var. Mesela filmdeki çocuğun annesinin hikâyesi bile belli değil, öyle bir eril iklim. Film boyunca Amerika’nın ilk yıllarında oluşan petrol tröstleri de o kadar erkeksi bir süreç ki. Spoiler vermek istemediğimden yerini ve kişilerini anmayacağım ama filmdeki cinayetlerden biri erkek antisosyalin, erkek dinle hesaplaşmasıdır. Kimse sana rekabetçi piyasa ekonomisiyle, babalık-evlatlık kurumuyla veya dinle restleşme demiyor ama kötülüğün de bir sınırı olsa iyi olmaz mı? Erkek değil ama erkeklik salt kötülüktür ve sistemin en büyük marazıdır.

Tüm eril suçların, aklandığı, paklandığı, palazlandığı bir coğrafyada yaşamaya devam ederken hukuktan anlamasak da haklardan anlamak zorundayız. Sadece kendi haklarımızdan değil, ötekilerin de hakkından. Haklarımızı bilsek ne olur, hukukun terazisi bozuk diyebilirsiniz. Gününün geleceğini, “adale”nin de hesap vereceğini umut etmeye devam etmek zorundayız. Pınar Gültekin indiriminin (davası demek zor) ertesi sabahı bir kadın danışanım Pınar için hıçkıra hıçkıra ağlarken kalkıp elinden tutamayacağım için ruhunun ucundan tutuverdim. Bu işte yapabileceğimiz bir şey, eril adale karşısında ”bir” hissetmek, “tam” hissetmek, “güçlü” hissetmek. Bu ülkede kadınlar “Seni gebertir, 2 yıl yatar çıkarım” diye tehdit ediliyorken, onların adalesine değil kendi dayanışmamıza inanmak zorundayız. Yoksa sokağa çıkamayız, yoksa çalışıp üretemeyiz. Biz psikoterapistler olarak, eril “adalenin” taciz suçlarındaki 6 ay içinde bildirim sınırlaması nedeniyle, kadınların canının ne kadar yandığını görebiliyoruz. Travmanın doğası gereği bazen şiddet gerçeği katman katman bilincin arkasına saklanabilir. Ya da travma sonrası parçalara ayrılabilen bir kendilik, kendini eyleme dönüştürecek gücü aylar değil, yıllar içinde bulabilir. Yasa bilimden, etikten, eşitlikten, insancıllıktan beslenmelidir. Yasa koyucu ve koruyucu şişkin bir adale/kastan ibaret olmamalıdır. Bizim içimiz yaşamdan boşuna koparılan ya da fırlatılıp köşeye atılan canlar huzur bulmadıkça soğumayacak.