Metin Göktepe, Hrant Dink ve Uğur Mumcu, Muammer Aksoy… hatta ocak ayının karanlığı kendisine de sığmamış ki 1 Şubat’ta Abdi İpekçi…

Adalet ve hatırlama

Gülizar Biçer Karaca - CHP TBMM Başkan Vekili

“Dünya tarihi dünyanın yargılandığı bir mahkemedir” diyor bir Schiller aforizması… 

Kesişen, iç içe geçen, acılarla mamul bir tarihi, belleği var bu ülkenin de. Bu tarih ya da bellek bir “katiller kuşağının” da ürünü aslında…  

Ocak ayı da bu belleğin, bu kuşağın eylemlerinin bir yekûnu… 

Farklı yıllarda da olsa ocak ayı ülkenin geçmişiyle ilişkisine, kolektif bir yasa, bir hatırla(n)ma momentine karşılık geliyor… Öyle ki, ülkenin karanlığıyla “derin”den yüzleşmenin kendisi oluveriyor ocak… 

Türkiye’deki “derinliğin”, hakikat olmuş ırkçılığın-faşizmin, gericiliğin yıllarca nelerin üzerine yükseldiğinin; bugünlere nasıl gelindiğinin; ölümden dağlar kuran, “ölümden hayata doğru ilerlemeye fırsat vermeyen” zihniyetin gölgesi. 

Metin Göktepe, Hrant Dink ve Uğur Mumcu, Muammer Aksoy… hatta ocak ayının karanlığı kendisine de sığmamış ki 1 Şubat’ta Abdi İpekçi… Sonrasında da ödemekle bitmeyen bedeller… ve ocakta olmasa da başka tarih yapraklarında başka düşenlerin de hayatlarından, kalemlerinden bugüne ulaşan hakikatler… 

Geleceğe yazılan gerçekler… Güzergâhı değişmeyen, geçmiş olmayı reddeden gerçekler… Mirasçı nesiller için “daimî şimdiki zamanlar.” 

Son günlerde üzerindeki –biraz da kendi eseri olan– siyasal basınca kayıtsız kalamayan Akşener’in “mertçe işlenmiş siyasi cinayetler” söylemi kendisinin de kimi zaman tanıklığında gerçekleşmiş suçların ikrarı; Akşener, bu katiller kuşağının kötülüğünü akıtıyor.  

Akşener, bu sözleriyle farklı nitelikteki suçları karıştırmaktan dahası karşılaştırmaktan çekinmedi. Erzurum’daki teşkilat buluşmasında, “Geçmişte siyasi cinayetlere tanık olduk ama mertçeydi” deyiverdi. Hakikatleri değersizleştirdi. 

Akşener’in sözlerinin başka bir örneği de var:  İtalyan Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio Ciampi’nin 2001’deki bir anma konuşmasında söyledikleri var. Ciampi, bu konuşmasında 2. Dünya Savaşında gaz odalarında katledilen Yahudileri, faşist bir hezeyanın savaşında ölen askerleri, direnişçileri ve bu ölümlerden sorumlu faşist milisleri hiç ayırmadan andığı bir konuşma yaptı cumhurbaşkanıyken. Yani söylediklerinin resmî bir tarafı da vardı. 

Cumhurbaşkanıyken yaptığı konuşmada, gaz odalarında ölenlerle onların katillerini ortak biçimde andı. 

Ona göre hepsi savaş kurbanlarıydı yani… 

Üzerindeki sıfatla cellatlarla kurbanları “simetrik ve birbiriyle bağdaşabilir bellek nesneleri olarak aynı kefeye koymuştu.” 

Enzo Traverso tarih bellek, politika altbaşlığıyla yazdığı Geçmişi Kullanma Klavuzu’nda bunları aktardıktan sonra şunları söylüyor: ”Ezilenlerin belleği tarihin doğrusal zamanına daima itiraz eder. Benjamin’e göre bu bellek “asla geçip gitmeyen, zamanı durduran ve akışını engelleyen bir şimdiki zaman” varsayılmaktadır diyor. 

“Daimî şimdiki zaman” hali… 

İki örnek de bize şunu gösteriyor. Hem ülkedeki katiller kuşağının hem dünya katillerinin açtığı yara hâlâ açık, hâlâ kanıyor. 

“Kıyamet sona ermiyor; mükemmel suç devam ediyor,” yani… 

Oysa Cicero’nun yüzyıllar önceki tespitiyle adalet insanları birleştiriyor, adaletsizlik ise ayrıştırıyor. 

Ancak adaletsizlikte hâlâ bir istikrar var ülkemizde… 

“Müslüman ve milliyetçi düzenin içinden” Akşener’in geldiği yer buna örnek oluşturuyor. 

Yasayı kendilerine göre ele alıp suçlu gördükleri, Müslümanlıklarına ve milliyetçiliklerine düşman gördükleri, dahası yok edilmesi gerektiğini düşündükleri herkes için bir son, yasadışı ve bazen de devlet destekli cezalandırıcı müdahaleye deniyor vigilante… Akşener işte bu sözlerle Metin Göktepe, Hrant Dink ve Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Abdi İpekçi ve daha nicelerinin katillerinden “lekesiz kahramanlar” yaratıyor. 

O katillerin bizden aldıklarından biri de Uğur Mumcu... 

31 yıl önce katledilen Uğur Mumcu’nun ailesinin yarası da hâlâ açık hâlâ kanıyor. 

Özgürlüğün, adaletin ve gerçekliğin peşinde olan, haberin serbest dolaşımının, hakikatin yayılmasının mücadelesini verirken öldürüldü o da diğerleri gibi… 

8 Ocak 1996’da işkenceyle öldürülen gazeteci Metin Göktepe. 

Metin Göktepe, Hrant Dink ve Uğur Mumcu, Muammer Aksoy… katledilen aydınları andığımız, yozlaşmanın distopik düzeyde olduğu bugünler; söyledikleriyle yazdıklarıyla o günden bugüne gerçeğin üzerindeki perdeyi kaldırdıkları tüm bu zamanların onları bu denli haklı çıkaracağını tahmin edemediğimiz, onların ortaya koyduğu gerçeklerin önemini daha iyi kavradığımız günler oluyor. Gerçekler kristalleşiyor. 

Ülkemizde ve coğrafyamızdaki güç mücadeleleri ile onların ilişki ağlarını ortaya koyan yaşamlarını halkı aydınlatmak için feda eden bu insanlardan yurtseverliğin nasıl olması gerektiğini bir kez daha anlayarak yaşıyoruz. 

Ancak o zamanlar da bu aydınlara kulak tıkayanlar, bugün yine gerçekleri duymuyor, yine aydınları, yine gazetecileri, yine gerçekleri kıskaca alıyor.  

Bugünün iktidarı da bu kıskacı istediği gibi şekillendiriyor. 

Bugün yine hukuk insanlara bir adalet vaadinde bulunmuyor aksine hukuk iktidar elinde bir adaletsizlik kaynağına dönüşmüş durumda  

“sui generis” hal sürüyor.  

Mevcut hukuki düzen de mevcut rejimin hem devamı hem meşruiyetini gözeten işlerlik üzerinden ilerliyor.  

Bugünkü adalet arayışının karşılık bulduğu muamele de (sadece Can Atalay hakkında en son Erdoğan’ın sözlerine bakarak bile bu sonuç çıkarılabilir) rejimin hukukla kurduğu ilişkinin zirvesi.  

Rejim mevcut durumda hukukla hiçbir şekilde kendini bağlayacak bir bağ bulmuyor; çünkü o içini boşaltılabilir bir alana konulmuyor. 

Ama kristalleşen gerçekler de varlığını sürdürüyor. Yine sadece Uğur Mumcu’ya bakmak bile yeterli. 

O kendi dönemindeki kıskacı hep gözler önüne serdi, mücadele etti, mücadele yolunu gösterdi ve hâlâ da gösteriyor. 

Bugün hem toplum hem gazeteciler her bir yerden sıkıştırılmış vaziyette. 1990’ların “ucuz can pazarı” bugünkü iktidarın karanlığını kutsadı. 

Özgürlük için, özgür yarınlar için, özgür gazeteciler için mücadele etmekten ve hakikati örgütlemekten başka çaremiz yok. Onu hatırlamaktan geçiyor yolumuz. 

Hayatlarımız buradan yeniden özgürleşebilir, hakikate birlikte varılabilir. 

Metin Göktepe, Hrant Dink ve Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Abdi İpekçi ve diğerleri… kelimenin gerçek anlamıyla bir gazeteci ve aydındı. 

Hepsi demokrasiden, özgürlüklerden, halktan, emekten, cumhuriyetten yanaydı.  

İçlerinde güce tapan yoktu... 

Bugün yine zor zamanlardan geçiyoruz. Her biri bugünleri görmüş, uyarmıştı.  

Bugünkü karanlığı görmüş, üzerimize nasıl çökeceğini hep yazmış, araştırmış, anlatmıştı. 

Hepimiz biliyoruz ki cemaat, tarikat, laiklik karşıtı uygulamalar bugün yaşadığımız karanlığın en önemli bileşeni, harcı…. 

Ve hepsi bu yolun kurulmaması için hep mücadele etmişti. 

Bugün gençlerin ölümüne sebep olan, adları tacizlere, tecavüzlere karışan, devletin her kanalına sızan, sermaye sahipleri olarak sistemin çarkı olan, topluma dair her şeye karışan, söz söyleme hakkı bulan, vakıfla, dernekle her bir köşe başını tutan cemaati/tarikati yazdı, bizleri uyardı. 

Uğur Mumcu 40 yıl öncesinden cemaat adı altındaki terör çeteleri için uyarmamış mıydı, onların darbe dahil yöntemlerle ülkeyi hedef aldıklarını, teslim almaya çalışacaklarını yıllar önce yazmamış mıydı? 

Yozlaşmanın, çürümenin had safhaya ulaştığı bugünlerden onlarca yıl önce kirli ilişkileri, düzenlerinin kirli çarklarını, çıkar ilişkilerini ortaya çıkarıp, kimilerinin ta bugüne uzanan yolsuzlukları, haksızlıkları, hırsızlıkları karşısında dimdik durmamış mıydı?  

Rabıta’da söyledi mi: “Din ve inanç özgürlüğünün en sağlam güvencesi laiklik ilkesidir. Bu ilke, siyasal amaçlı dinsel akımların devlet yönetimine egemen olmasını önlemek için getirilmiştir,” diye. 

Ve bunu anlayanlar, bugün bunu yüksek sesle dile getirebilenler onun ışığında ilerleyenler bizler, kulak tıkayanlar ise mevcut durumla hemhal olanlardır. 

Ama Uğur Mumcu’nun Renault 12’si de “İçimizden Geçen Zamanda”, “zemheri ayazında” yıkılacak duvardaki tuğla olmaya devam ediyor.