Mırıldanış sahibiydi. Usul bir ezgiyle monologunu geliştiriyordu. Oyun oynamayı sevdiği için anlatımı kesik kesikti

Adnan Azar, hep öyle kal

EREN AYSAN

Temmuz ayı… Kendimizi adadığımız Gümüşlük gecesinde hanımelleri, mor salkımlar altında, kuytu bir deniz kıyısında dalgaların gizli serinliğine kapıldığımız bir an… Ötede bir balıkçı kayığı çırpıntılı sularda ceviz kabuğu gibi sallanıyor… Tanpınar’ın “mermer kadehler” dediği rakı bardakları elimizde. Ortalık ağır ağır kararıyor. İkimiz de suskunuz. Yavaş yavaş konuşmaya başlayınca bir anda içimizi döküyoruz sanki masaya… Akif Abi’nin gözleri hemen kızarır. Ben ise kendimi tutuyorum. Bu defa bir yıl içinde sevdiğimiz iki insanı daha, Adnan Azar’ı ve Ahmet Erhan’ı gömmüş olmanın çaresizliği içindeyiz. Öte yandan da muzipliği elden bırakmamak için avının karşısında sabırla bekleyen yırtıcı kuşlar gibiyiz. Adeta itidali elden bırakmamak için çırpınıyoruz. En bunaldığımız anlarda yaptığımız oyuna kapılıyor, bir şifreyi tekrarlar gibi, “o gece” diyor, sonra gülüyoruz. Geçmişe sığınmak istiyoruz aslında. Bir daha hiç yaşanmayacak olan o günlere…

“O gece” yani babam Sıvas’a gitmeden iki gün önce, Akif Abi’nin Mediha Eldem Sokak’taki evine güç bela ulaşılan olaylı geceden söz açmak istiyoruz… Edebiyatçılar Derneği’nin kongresinden çıkıp biraz fazlaca içilmiş, yolda karakolluk olunmuş, ardından kahkahalar halinde eve varılmış. Kadro sağlam: Akif Kurtuluş, Adnan Azar, Behçet Aysan, Ahmet Erhan, Ferruh Tunç.. Eş, benim gibi ergen bir çocuk…

“Belki de gitmek istemediğimiz, gidemeyeceğimiz için Behçet’in Sivas’a gitmesini istemedik o gece. “Gitme” dedi Adnan da. Şakasına vurdu, “Bize okursun şiirlerini” dedi, güldük hep birlikte. “Sen aydın değilsin ki şairsin Behçet” diye lüzumsuz şakalarımla ben de onu caydırmaya çalıştım. Erhan, isminin ikinci hecesini uzattıkça uzatarak “Bak hele Behçeeet” dedi, “akıllı ol, gitme!” Behçet de bizi Sivas’a razı etmek çabasındaydı. Sonrasını Türkiye biliyor. (…) Adnan o geceden sonra, Behçet’i ikna edemediğimize değil, edemeyişine ilişkin bir suçluluk duygusu edindi ve bunu ondan ne yapsak, ya da ben ne yapsam alamadım. Aramızda ne zaman Behçet’le ve tabii ki ardı sıra Metin (Altıok) Ağbi’yle ilgili bir laf açılsa Adnan’ın, yakın arkadaşlarına tanıdık gelen o suskunluğuyla baş başa kalıyordum. Bir gün, kimseyle paylaşmadığım, benim hayatımda da neye mal olduğunu hâlâ bilemediğim o sabahı Adnan’la paylaştım.

Ruh halim, o dönem kalabalıklar içinde olmama uygun değildi. Yine de Behçet’e sürpriz yapacaktım. Otobüslerin saat kaçta nereden kalkacağını biliyordum. Sabah erken saatte küçük bir çantayla evden çıkıp Mithatpaşa Caddesi’nden Abdi İpekçi Parkı’na doğru yürümeye başladığımda, tam Postane’nin önünde aklıma geldi. Açtım küçük duruşma defterimi. Saat 10’da, çok önemli bir dosyanın karar duruşmasını görünce, tekrar eve döndüm ve kıyafetimi değiştirip, önce yürüme mesafesindeki büroma, ardından da günlük hayatıma geri döndüm. Bunu ona anlattım. Benim sırrımdı, Sivas yolundan böyle geri dönüp, hayatın ortasına düşmem... Bir işe yarayacağını, en azından benim derdime dalıp, ağır suçluluk duygusundan uzaklaşacağını düşünmüştüm. Şaşırmadı. Sessizliğini korudu. ‘Peki Adnan’ dedim, yine o ağır suskunluğuna gömülmüşken, ‘ben bundan sonra ne yapacağım?’ Buna da cevap vermedi. Sırrımı sahiplendi sadece. Onu çok iyi biliyorum. O günden sonra Sivas’ı Adnan’la baş başayken hiç konuşmadık. Yirmi yıl boyunca Adnan, bu travmanın ağır nöbetleri arasında gidip geldi. O nöbetlerinin birinde bir gece - 1996 Nisan’ı olmalı - geç saatte aradı. Demokrasi gazetesindeki yazımı okumuştu. “Demek insanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır ha?” dedi, kısık bir sesle, sözcüklerin her birinin üstünden geçerek. “Berbat bir çeviri ama Kundera güzel söylemiş.”

Oysa bana bir kere bile anlatmamıştı Adnan Abi bu hikayeyi… Çokça buluştuğumuz, çokça konuştuğumuz, çokça birbirimize kendimizi anlattığımız zamanları düşününce büyük bir boşluk geçmişti içimden. Halbuki sabaha karşı aramalarına alışkındım. Kadınlar, alkol ve şiir üzerine saatlerce süren sohbetlerimize de. Bir şeyleri kafasında büyüttüğü zaman, “yine sardırıyorsun… Ah be Oğuz Atay ve paranoya mon amor” derdim. Kahkahalarla gülmeye başlardı. Süreçte “onun en iyi arkadaşı, kardeşi, ablası” olmasının bana yüklediklerini zaman zaman kaldırmakta zorlandığım bir dönemi yaşadık birlikte. Büyük bir iyimserlikle kendinin yarattığı buhrandan çıkmasını bekledim. Bazen de gereksiz kıskançlık nöbetlerinden kurtulmasını… Kötü bir sevgiliydi. Birlikte olduğu sevdiğim kadınlardan biliyorum. Ama hayatta en çok kızı, Hazal’ı sevdi.

Erhan Abi’nin (Ahmet) cenazesinin olduğu günün akşamına yurt dışında olduğumdan anca yetişmiş, Express Birahanesi’nde Adnan Abi ve Haydar Ergülen’le buluşmuştum. O gece gözyaşları ve kahkahalar arasında gidip gelirken Adnan Abi’nin bu sarsıntıyı atlatamayacağını anlayamamışım. Babamdan yirmi yıl sonra karşılaştığımız bu kötü öğretinin onun hayatına tüy dikeceğini görememişim. Bir hafta boyunca her gün, “bugün nasılsın?” diye aradığında kendimden sıyrılıp onun çektiği büyük acıya yaslanamamışım. Yazıklar olsun bana! Belki de o “tatlım” derken de bir “oyun kurma” telaşı içinde olduğunu düşündüğümden bu defa ulaşmada başarısız kaldım.

Artık yazdıkları gibiydi sadece. Pastoral bir kent senfonisi içindeydi… Kendini kentten mahrum bırakmaya adamıştu… Modern zamanların bütün kavramlarını, yarattığı taşrası adına, kullanma arzusu üzerine bir alan inşasındaydı sanki. Peki nasıl bir alan bu? Farkındalık ve yaşanmışlık üzerine kurulu bir evren vardı önünde. Çünkü hayatın nasıl olup da aktığı bilincini unutmuyordu. Bu noktada tanımsızlığın dışında, bilginin içindeydi… Ama var olduğu bir başka yer belirlemiş… Şiirini oradan sürdürüyordu. Kısık sesliydi. Gürültüyü değil hışırtıyı duymak amacındaydı. Bazen yazdığı dizeler bile kendi sesi için fazla geliyordu. Bu nedenle “gibi” yapma tutkusu içinde dönenip duruyordu. “Beyaz Ayarı” isimli şiir kitabı da, “geldi. gelmiyormuş gibi. gibi geldi. usul. / uzun, her iki yanı ağaçlıklı yoldan. / hiç değişmeyen gökyüzünün altından. tek kanatlı kuşlar var çift uçan. / rüzgar da – etekleri uçuşsun.” diyerek başlıyordu.

Mırıldanış sahibiydi. Usul bir ezgiyle monologunu geliştiriyordu. Oyun oynamayı sevdiği için anlatımı kesik kesikti. Zaman zaman içten çıkışları var. Ama hepsi bütünlük içindeydi. Aynı müzikalitede… Nerede hırçınlaşması gerektiğini biliyordu. Çocuksuluk değil onunki. Düpedüz bir çocuğun oyun kurma telaşı. Belki de anahtar sözcüğümüz “oyun”du. Aynı hayatında yaptığı gibi… Son oyununu kötü sonla bitirdi.

Belki de kuşağının en yakışıklılarındandı. Babamın onunla zaman zaman bunun annesi “Prensestir” demesi boş değildi. Annesi Beyaz Rus’tu…

Bu defa masada bir ağız vişne dolusu gülemedik. Oysa çocukluğumdan ya da geçmişle ilgili eski bir anıyı ele alıp üstünde tepinmedik. Sustuk. Gölgelenen kıyılarına vardık denizin. Son yudumu alırken Akif Abi uzun uzun bana baktı. Gözlerinde garip bir pırıltı fark ettim. Sevinç ya da gözyaşı… Bir süre öylece durdu.

“Gümüşlük’e ilk defa 1982 yılında geldim, Ece Ayhan’la birlikte. İşte o zaman burada ölmek istediğimi düşündüm. Arkadaşlarım gittikten sonra buraya geldim.”

Deniz yalnızdı sanki. Denizin tek başınalığından dalgalar bile ürkmüş kımıldamıyordu. Tüm canlıların suyun içinde kaybolup gittikleri o kara günlerin içinden geçiyorduk.

Bitmedi gitti bu kara günler de lanet olası.