Ağaç gölgesinde kadınlar

Burak Soyer

“Turunç Ağacı” kıssadan hisse bir “kadın” romanı. Kimisi yoklukla gelmiş yoklukla giden, kimisi geldiği yeri beğenmeyen, kimisi de gideceği yeri beğenmeyen kadınların romanı. Ama onca acıya rağmen ne ağlak, ne hüzünlü. Sadece sitemkâr. “Şikayeti” Yaradan’a. “Onları” hiç görmeyen “Yaradan”a.

Jokha Alharthi 1978 yılında Umman’da doğmuş. Umman’da ve İngiltere’de eğitim almış, Edinburgh Üniversitesi’nde de klasik Arap Edebiyatı üzerine doktora yapmış. 2019 yılında yazdığı Booker International Prize Ödülü’ne layık görülen Dolunay Kadınları kitabıyla adını duyuran Alharthi’nin bunun haricinde üç öykü derlemesi, bir çocuk kitabı ve üç romanı daha bulunuyor. Umman’daki Sultan Kabus Üniversitesi’nde akademisyen olarak görev yapan yazarın Time ve New New Yorker tarafından 2022 yılının “En İyi Kitabı” seçilen son kitabı Turunç Ağacı, Timaş Yayınları etiketiyle, Süleyman Şahin çevirisiyle Türkiyeli okurlarla buluştu. Alharthi, Turunç Ağacı’nda, Dolunay Kadınları romanındaki üç kız kardeş için çizdiği yolda olduğu gibi “aynı kaderin yolcusu” kadınlara çeviriyor bakışlarını. Tarihin ve coğrafyanın değişmeyen, bizim de değiştiremediğimiz, değiştirmeye niyetimizin de olmadığı “kaderinin” kadro dışı kalmaya mahkûm olan kadınlara…

Turunç Ağacı’nın ana karakteri Ummanlı Zuhur. “Kağıt üstünde” öyle ama. İngiltere’ye okumaya gelmiş. Havası, suyu, insanları “pek bir değişik” buralara ayak uydurma niyetinde. Ama ne mümkün? O, ayağından bir taşla geçmişine taşla bağlanmış. Hareket etmesinin imkânı yok. Kıvransa da kıpırdanmak için geceleri kapkara bir tırnak dürtüveriyor rüyasında onu. Tırnağın sahibi “Amir’in Kızı”. Esasen babaannesi oluyor kendisi. Kocakarı tedavisiyle tek gözle geçirdiği seksen yıllık ömründe, çıplak ayakla bastığı toprağa yokluktan, garibanlıktan başka eser miktarda gururdan başka bir şey bırakmamış, dikili tek ağacı olan “turunç ağacı”na sırtını yaslayıp dâhil olabilmek için onu zerre umursamayan hayata, kendi çapında çırpınmış “Amir’in Kızı”, hem kâbusu hem de sırtını yasladığı “kovuk” oluyor Zuhur için. Yalnız da değil aslında Zuhur hayatta. Ecnebi memlekette, aynı havayı soluyup gelmiş arkadaşlarıyla kafelerde, doğum günü partilerinde kendi gibi “sırıtan” arkadaşları var. Ablası paçoz bir çiftçiye vardı diye zırlayan Sürur misal. Baba evinde gördüğü altın varakların, mevcut ikametgâhında geçer akçe olmadığından habersiz Sürur. Müstakbel kocasıyla ufak kaçamaklar için Sürur’un evini kullanan Kühul. Ve de İmran. Belki hemşeri damarıyla belki de mecburiyetten hep beraberler. Bilemiyoruz. Ama Zuhur için varsa yoksa ona görünüp duran geçmişi, özü, kökü. Başka bir şey o kadar tıkamıyor gözünü, gönlünü. Bir karış toprağı olamadan göçüp giden babaannesi, doğduğundan beri yerinde duramadığı için “Dinamo” lakabını alan ama evlendikten sonra kocasının korkusuna altına işeyip durduğu için takma ismi kendiliğinden düşen ablası Sümeyye de hep aklında. Ve ölmüş, ölmekte olan, ölecek nice kadın. Zuhur hepsinin arasında, bir geride bir burada gezinip duruyor. Bir türlü atıp kurtulamıyor onları kafasından. Tıpkı “Amir’in Kızı”nın inadı inat, bütün yaşamını sığdırdığı o kapkara tırnağı gibi…

Turunç Ağacı kıssadan hisse bir “kadın” romanı. Kimisi yoklukla gelmiş yoklukla giden, kimisi geldiği yeri beğenmeyen, kimisi de gideceği yeri beğenmeyen kadınların romanı. Ama onca acıya rağmen ne ağlak, ne hüzünlü. Sadece sitemkâr. “Şikâyeti Yaradan’a”. “Onları” hiç görmeyen “Yaradan”a. Yoksa haybeye haykırmazdı içinden Zuhur, Sümeyye gidince, “Hayatın kırılgan kuşunu yakaladık, avucumuzda yok olup gidene tek yapıştık kanadına. Tüylerini takındık. Kanını içtik. Parmaklarımızda ufalanırken, ‘Geçip gideceğiz,’ dedik. Dilimizde hâlâ kan tadı duruyorken ‘Geçip, gideceğiz,’ dedik. Sonra hayat kuşu içimizde süzülsün diye bekledik. Aşkın çıplaklığında acılara kuşandık. Ağzımızı bal için açtık ama zehir aktı. Sevgiliye tutunduk, elbisesi yırtıldı. Fakat onun çıplaklığı bizimkini örtemedi. Zararı bize dokundu. Sevgili, parmaklarımızın çözüldüğünü anladı. Ah! Bu çığlık bizi sağır etseydi! Bu koşu ne kadar yordu bizi. Bu umutsuzluk ne kadar küçük düşürdü. Niçin ya Rab? Ey merhametlilerin en merhametlisi! Niçin acıdan sırılsıklam halimizi görmüyorsun,” diye…