Ayağa kalkıp terliklerimi giydim. Plaj havlusu olmadığını düşündüğüm havlunun kumlarını silktim. Sardalya da kötü kokuyor hani, makarna yapsam, bir de ucuz şarap alsam diye geçirdim içimden. Fenerin de maçı vardı, radyodan onu dinlerdim barakada...

Ağustos sonu

FATİH KÖK

Bu bir plaj havlusu mu emin değilim, sanki biraz daha renkli oluyor plaj havluları ya da bir sörf tahtası resmi olsaymış üzerinde. Neyse o kadar da mühim değil, neticede ayağımdaki banyo terlikleri denizle münasebetimin ne kadar ciddiyetsiz olduğunu gösteriyordu. Akşamüstü olmuş, güneşin o gereksiz sinirli kızgınlığı bir nebze olsun yatışmıştı. Yanından geçtiğim gündöndüler, okul müdürünün karşısında azar işeten çocuklar misali başlarını yere doğru eğmişler kuruyan yapraklarını teskin ediyorlardı. Hemen altındaki biçilmiş ekin tarlası, denize girip serinlemek isteyen bir pilotun acil iniş yapabileceği bir yerdi. Yola inemezdi, çünkü Romalıların dahi akıl edemediği bir biçimde bütün ara sokaklar, yazlıkçıların barakaları tozamasın diye dev bir kasis ormanına çevrilmişti. Bakkaldan iki limonlu bira alıp kumsala indim. Normalde aromalı bira sevmem aslında ama denizde güzel gidiyordu. Belki de reklamlardan böyle bir izlenime kapılmıştım, bilmiyorum.

Sahil tenhaydı. Karadan esen hafif rüzgar, unuttuğum bazı yorgunlukları sakallarımdan alıp Samothraki’ye doğru götürmeye çalışıyordu. Seyrek saçları alnına yapışmış hafif göbekli kısa boylu amca, ters çevrilmiş kayığa yaslanıp bir sigara yaktı. Garip hareketlerle kulağına kaçan suyu çıkarmaya çalıştı bir süre. Anneleri şemsiyeyi toplamaya uğraşırken, kuma kazdıkları ufak havuzda deniz kabuklarını pay ediyordu iki çocuk. Ayağımla nemli tarafa ulaşmak için kumu eşeliyordum. Bir şeyler olsun istiyordum; şu, dünyanın sonunun geldiği dandik Hollywood filmlerindeki gibi bir şeyler. Biriyle tanışayım ve birden hayatım tamamen değişsin istiyordum. Güneş gözlüğünün kenarındaki beyazlıklar gitsin diye tişörtün iç tarafıyla sildim, daha da kötü olmuştu. Yapmam gereken çok önemli bir şeyi atlamışım gibi bir huzursuzluk vardı içimde, üstelik yapmam gereken şeyin ne olduğunu bilmiyordum.

Yüzme de bilmiyordum. Kimse öğretmeye kalkmamıştı, ben de pek hevesli olamadım sanırım. Biranın yüklediği mesaneyi boşaltmak için bir dalıp çıktım. Plaj havlusu olup olmadığından hâlâ emin olamadığım şeyin üzerindeki kumları silkip kurulandım. Spor yapmadığımı, yediğime içtiğime dikkat etmediğimi her fırsatta hatırlatan vücuduma baktım. Belki sol ayağımın arkasına, tam da ölmedik hani manasında bir orta yaş dövmesi yaptırmalıydım. AC/DC, saçma sapan Latince bir söz ya da havalanan küçük bir kuş. Mısırlarının taze ve süt gibi olduğunu iddia eden bir seyyar satıcı geçiyordu kumların üzerinde arabasını güç bela ilerleterek. İki gün beklemiş mercimek çorbasına dönen biramı içmeye çabalıyordum. Güneş, yurdum sınırlarının ötesine doğru iyice eğiliyordu. Uzakta çiftçi şapkalı bir adam, pantolonun paçalarını sıvamış olta atıyordu.

Akşam köydeki balık lokantasında, deniz börülcesi de vardır belki, iki duble rakı içsem güzel olurdu hani. Tek başıma olduğumdan kuytu bir yere oturturlar, kalabalık bir masanın abartılı mutlulukları eşliğinde garsona karagözü nasıl pişirmeleri gerektiğini anlatırdım. Karagözün nasıl pişirildiğini bilmeden, hatta diğer balıklar içinde karagözü ayırt bile edemem ama canım sıkıldığı için anlatırdım. Başka gelecek olmadığından toplanan diğer servis tabaklarına ve çatal, bıçağa aldırış etmeden kalamarınız yerli mi yoksa ithal mi diye sorardım. Anlardım yamaca doğru alçaktan uçan sığırcıkların yağmur getirdiğini. Elindeki telefonu masaya vururken, baba internetini aç şunun diye adamın gömleğini çekiştiren çocuğun şımarıklığını gülümseyerek izlerdim. Gelen hesabı, efendim bütün yıl it gibi çalışıyoruz mağrurluğuyla karşılardım, çalışsaydım eğer. Param olmasına gerek yok, bir kredi kartım olsa yapardım bunları herhalde.

Eve dönerken sardalya konservesi mi alsam diye düşünüyordum. Önüme havlusunu attı, uzun siyah saçlı, beyaz tenli bir kadın. Daha önce siyah bir plaj havlusu görmemiş olsam da işte gerçek bir plaj havlusu dedim içimden. Sağ omzunda, ilkokul çocuklarının hemen güneşin yanında resmettiği martılardan bir dövmesi vardı. Önce kocaman kulaklıklarını çıkardı, bana sorsanız Teoman’ın “oysaki özgürlüğü seçmek, başka vücutlar sevmek...” şarkısını dinliyordu. Sonra mayosunun üstündeki siyah, şeffaf şeyi çıkardı. Bu şeyin afili bir adı vardı ama hatırlamıyorum şimdi. Uzun zarif adımları ve siyah bikinisiyle kendini suya bıraktı. Gözlerini görememiştim lakin yeşildi muhakkak. Sırtüstü yüzerek epey bir açıldı. Usul usul denizin üzerinde salınan ince bir dal gibi geri döndü. Siyah saçlarını toplayıp omzuna aldı. Kurulanmaya tenezzül etmeden plaj havlusunun üzerine oturdu. Terki diyar eylemeye yüz tutan güneşin son demleri, rüzgardan ürperen tenini açık ediyordu.

O adını hatırlayamadığım afili şeyi üzerine alıp, çantasından çıkardığı kalın kitabı okumaya başladı. Sanırım en son dört yıl önce kitap okumuştum. Babam yoğun bakımdayken kardeşim elime tutuşturmuştu, al zaten uyuyamıyorsun diye. Böyle kalın bir kitap da değildi, köydeki bir müezzinin teleskopuyla uzayı gözlemlerken ki hayallerini anlatıyordu. Rüzgar biraz daha sertleşmişti, akşam belki de yağmur yağacaktı. Boş bira şişelerini poşete koyarken balık tutmaya çalışan amcaya baktım. Sahilde neredeyse kimseler kalmamıştı, kayıkların yalnızlığıyla ilgili bir film çekilse seti buraya kurabilirdiniz. Ayağa kalkıp terliklerimi giydim. Plaj havlusu olmadığını düşündüğüm havlunun kumlarını silktim. Sardalya da kötü kokuyor hani, makarna yapsam, bir de ucuz şarap alsam diye geçirdim içimden. Fenerin de maçı vardı, radyodan onu dinlerdim barakada...