Ahlat Ağacı’nın senaristlerinden Akın Aksu: Diyaloglar hayatın saçmalığını daha görünür kılıyor
Bir süredir, özellikle de Nur Bilge Ceylan’ın çokça konuşulan filmi Ahlat Ağacı sonrasında, sıkça duyduğumuz bir isim var: Akın Aksu. Ahlat Ağacı’nın senaristlerinden ve filmdeki imamlardan Aksu, bu kez ilk romanı ‘Bir Taşra Köpeği’ ile karşımıza çıktı. Doğan Kitap etiketiyle raflardaki yerini alan kitap üzerine Aksu ile konuştuk. ► Kitaptan önce sizi tanımamıza sebep olan […]
Bir süredir, özellikle de Nur Bilge Ceylan’ın çokça konuşulan filmi Ahlat Ağacı sonrasında, sıkça duyduğumuz bir isim var: Akın Aksu. Ahlat Ağacı’nın senaristlerinden ve filmdeki imamlardan Aksu, bu kez ilk romanı ‘Bir Taşra Köpeği’ ile karşımıza çıktı. Doğan Kitap etiketiyle raflardaki yerini alan kitap üzerine Aksu ile konuştuk.
► Kitaptan önce sizi tanımamıza sebep olan Ahlat Ağacı filmine değinmek istiyorum. Nasıl gelişti film ve senaryo süreci?
Benim için tuhaf bir duygusu oldu bu çalışmanın. 2015 yılıydı sanırım, otobüsü kaçıracağımı ve taksi için de param olmadığından eve nasıl gideceğimi düşünmeksizin Kış Uykusu filmini, çalıştığım yerel gazetenin bilgisayarından izleyebilmek için gece ofiste kalmış ve sonunda da mecburen ofisteki tekli bir koltukta uyumuştum. Hatta sabah patron beni görünce yürekten bir küfür de ekleyerek “Bu ne sefalet!” diye söylenmişti. Yine o gazetede çalışırken bir yıl sonra beni bir numara aradı. Bilge Ağabey telefon numaramı ilçedeki dayımdan almış. Tabii o zamana kadar tanışmıyoruz. Köye geldiğinde babamla sohbet ederlerdi. Babamın konuşkanlığı, renkli karakteri de ilgisini çekmiş. Bu konuyu Ebru Abla ile konuşmuşlar. İlçede yaşayan, köy ile de bağlantısı kopmamış, farklı bir karakteri olduğu için diğerleri tarafından yabancı olarak görülen, hatta “görülmeyen” ama hiçbir şeyi olmadığı için de topluluğun ancak itibarsız haliyle, bir alay nesnesi halinde bağrına basmış olduğu bir öğretmen. Bilge Ağabey beni aradıktan sonra Çanakkale’ye geldi. Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Bu konu üzerine konuştuk. Babamın daha önce dikkatimi hiç çekmemiş olan yönlerinden bahsetti ve bunların insani anlamda önemli özellikler olduğu, onu dışlayan, hafife alan, içten içe onunla alay eden insanların ruh hali üzerine konuştu. Benim de edebiyata, sanata yönelmiş olmamın altında babadan gelen bazı özelliklerin etken olmuş olabileceğini ve ikimizin de topluluk içinde varoluş biçimlerimizin benzer karakterde olduğunu söyledi. Açıkçası biraz da utandım. Çünkü ben de babamı lanetleyen grup içerisindeydim. Tabii ki her insanın olumsuz yönleri bulunur. Tamamen masumdur anlamı çıkmamalı buradan. Bilge Ağabey, bu konu üzerine bir metin yazabileceğimi söyledi. Ben işi bırakıp ailemin yanına döndüm ve ne tür ne biçimde bir metin yazacağımı uzun uzun düşünüp planlama aşamasına girdim. Bir buçuk iki ay sonunda tamamlamış olarak değerlendirdiğim metni Bilge Ağabey’e yolladım. Sonra beni tekrar aradı ve bu süreçten sonra senaryo çalışması başladı.
► Oyunculuk gibi bir şey aklınızda var mıydı? O nasıl oldu?
Aklımda öyle bir şey yoktu. Çekimler başlamıştı, Doğu Anadolu’daydım. Yönetmen yardımcısı aradı ve oyuncunun farklı bir programı olduğu için gelemeyeceğini, Bilge Ağabey’in, İmam Veysel için beni düşündüğünü söyledi. Bu şekilde gelişti.
► Ahlat Ağacı sonrasında yine bir taşra hikâyesi okuyoruz. Kitap nasıl bir süreç içerisinde yazıldı?
Üniversiteden mezun olduktan sonra, geçici işlerde çalıştığım bir dönemde yazmaya başlamıştım. Benim bu metni bastırmak gibi bir niyetim yoktu. Ahlat Ağacı’nın senaryo aşamasında Bilge Ağabey, bu metni doğasını bozmadan geliştirebileceğimi ve bastırmayı düşünebileceğimi söyledi. Sonra araya film girdi, sonrasında çalışmaya başladım. Ama yapı bakımından, ilginç ve birden bire gelişen olaylar ve adeta kendilerini var etmek için parçalanan kişiler dışında farklı özelliklere de ihtiyaç vardı. Sonra, bazılarının gereksiz bile görebileceği ayrıntıları ön plana çıkarma isteği duydum. Metni yazmaya başladığım zamanlardaki ruhu kaybetmemeye özen göstererek iki yıl gibi bir süre üzerinde çalıştım. Son halini alması tabii ki basıma kadar sürdü.
► Okur kendisini birçok diyalogun içerisinde konumlandırıyor. Epeyce yaşayan bir metin ile karşı karşıyayız. Karakterler canlı. Sessizce bir yerde oturup bütün karakterleri detaylarıyla gözleyip yazmış gibisiniz… Katılır mısınız?
Katılıyorum. Konuşmanın, hayatın içerisinde kapladığı alanı daraltmak istemedim. Olayları olmuş bitmiş halinde ele almak da istemedim. Yazılanlar şu anda gerçekleşiyormuş gibi canlı kalmalıydı. En azından bu metin için bir özellik olmalıydı bu. Bu psikolojiyi yansıtabilmek için de konuşanlar yakından incelenmeliydi.
► Mesela, sıkılmıyoruz ama birçok karakter çok uzun uzun konuşuyor.
Evet. Konuşmak için ehliyete gerek yok, herkes konuşabilir. İnsanın konuşmasında çoğu zaman amaç kendisidir. Metni yazmaya başladığım dönemlerde sessiz bir izleyici gibiydim. Çevremde birçok olay gerçekleşiyor, telaşlı, öfkeli, meraklı, sevinçli birçok insanı özellikle de aynı ortamda görünce onların yaşamlarının en büyük işareti olan konuşmalarını dinliyor, duygularını değerlendiriyordum.
► Metni yazarken güldünüz ve eğlendiniz mi? Ben okurken çok güldüm, kahkahalar attım.
Çok. Ne yapıyorum ben, bu ne saçmalık dediğim zamanlar oldu. Diyalog yoğunluğu biraz da bu sebeptendir. Diyaloglar sanki “an”ların ve gündelik hayatın saçmalığını daha görünür kılıyor ya da bana öyle geliyor.
► Romanda isimsiz anlatıcının ihtiyaç duyduğu şey nedir?
İnanma gücü. İnanmak, gerçeği değerlendirebilmek için. Diğerleri gibi olabilmek için. Çevresinde bulunmayan bir ilişki türü, daha sahici, gerçek bir ilişki ve belki de sevgi.
HAYAL KURAN HÜSRANA DA HAZIRLIKLI OLMALI
► Kitapta özellikle okumuşların, akademisyenlerin mücadeleleri hüsran ile sonuçlanıyor, bunun özel bir nedeni var mı?
Çünkü onlar hayal kurabiliyorlar. Haliyle hüsrana, yenilgiye hazır olmak gibi bir özellikleri de olması gerekiyor. Bazılarında bu yok ve son adımda başlarına gelen olayları büyük tepkilerle karşılıyorlar. Bu onlar için dünyanın sonu oluyor. Ama yine de o karakterlere, her şeye dayanabilme ve alışabilme gücünün parıltısını vermeye çalıştım.
► O bölgede bir aktivist olarak görebileceğimiz Berhan adlı akademisyen diğer karakterlerden daha belirgin duruyor sanki?
Evet, yenilgilerini zafere çevirmenin yollarını bulmuş biri o. Kendi inanmasa da samimi konuşmasıyla herkesi inandırabiliyor. Çok zeki değil, gençliği boyunca işine gelen konuları düşünmüş, kendisine kolay gelen konuları iyi biliyor sadece. Gücünü farklı alanda gösteriyor, nezaketli biri oluşunun ve bu özelliğin, çevresindeki insanlardan kendisini ayırdığının farkında. Her zaman bir şeylere inanmaya enerjisi bulunuyor, yani kendini kolay inandıran biri. Geçmişini anlatışında bile bir sahtelik, oturmayan bir şer var. İdealist mi, oportünist mi belli değil. Aslında bunu belirlemenin imkânsız olduğunu Berhan karakteri üzerinde göstermek istedim biraz da.
► Kitap, kapağı itibarıyla da uyumlu görünüyor. Karakterlerin önemsiz ve silikliğine bir vurgu mudur kapak?
Çizimlerin herhangi bir karakteri temsil etmemesi önemliydi bizim için. Doğrudan bir bağın kurulmasını istemedik. Kapak resmini Kerem Kuşçu çizdi. İsteğimiz, bir tür karmaşanın sezilmesi ama vurgunun zayıf olması yönündeydi. Kitaptaki karakterlerden bazıları isimlerinden çok lakaplarıyla anılıyor zaten. Yani bir tür anonimlik hali.
► Kadın karakterlerin çok az olması ne ile açıklanabilir?
Çünkü genellikle kadınsız tipler kitaptakiler. Ortalıkta dolaşıp duran, birbirlerinden bıksalar bile kolayca kopamayan insanlar. Gerginliklerinin sebebinde etken olanın kadınsızlık olduğu belli oluyor. Kadınlar olmadığında erkekler arasındaki sıkıntı, anlamsızlık hali daha da artıyor sanki.
► Bu kadın karakter meselesini romandaki eril dille ilişkilendirdiğimizde doğrudan bir alaydan söz edebilir miyiz?
Dolaylı olarak desek daha doğru olur. Eril dilin her iletişim çabasında hüsrana uğraması bu “alay”ın bir parçası sayılabilir. Romandaki bütün erkekler her anlamlı söz söyleme, tartışma ve ikna çabasında birbirlerine giriyorlar. Sözün de hükmünün kalmadığı bir horoz dövüşü yaşanıyor. Sürekli sekteye uğrayan, parçalanan, gülünçleşen bir erillik var. Kendisine çarpıp parçalanan bir erillik. Kadınların yokluğu bu eril dünyayı daha görünür kılıyor kanımca.
İNSANLAR BÜYÜK KONULARI SEVİYOR
► Hayatın içinden konuları kullanarak oluşturmuşsunuz bu kitabı. Termik santraller kuruluyor, mitingler düzenleniyor. Bu konuların sizin için önemi nedir?
Günlük haber okuyorum. İnsanlar büyük konuları seviyorlar. Büyük meseleler, önemli konular etrafında daha çabuk toplanıyorlar. Karakterler için ortak gündem belirlemek ve onların çelişki ve yer yer ölçüsüzlüğünü gösterebilmek için güncel konulara başvurdum. Yabancı da değilim bu konulara. Kaz Dağları’nda altın aranıyor, bir dönem yaşadığım bölgeye termik santraller kuruluyor. Şahsi fikrim, aslında fikir de değil, tepki demek gerek, böylesine akıl dışı projeleri kimler onaylıyor anlayamıyorum. Anlayamadığım için de birçok insan gibi kızgınlık yaratıyor bende bu. Kitaptaki durum biraz farklı, bu konunun doğrusunu yanlışını ortaya koymak değil. Karakterleri bir araya getirebilmek ve boşluklarını görebilmek.
► Kurumlar sık vurgulanıyor kitapta, örnek verecek olursak Özel İdare, Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği, Denetimli Serbestlik Müdürlüğü gibi, bunun sebebi nedir?
Kurumlardaki insanlar ilgimi çekiyor. Hele bu tarz kurumlardakiler. İnsanların kendilerini büyük görmek ve göstermek için kullandıkları yerler olarak makamlar. Belki de taşrada daha gülünçleşen, taşranın törenselliği içinde daha da öne çıkan kurumlar. Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği’nin taşra protokolündeki yeri ve önemi kentliler için gülünç olabilir ama gerçek bu.
► Kitabınız ile ilgili yakın çevrenizden tepkiler nasıl?
Genelde iyi. Akıcı bulduklarını, sıkıcı bir kitap olmadığını söylüyorlar. Farklı bulanlar da oluyor. Kitap edebi okuru yakalıyor gibi geliyor bana. Şimdilik izlenimim bu.
► Yazmayı sürdürüyor musunuz? Ne gibi çalışmalarınız var?
Evet, okumayı ve yazmayı. Tamamladığım bir metin var, üzerinde çalışıyorum.