Filmin sonu, bir ailen var mı yok mu, yalnız mısın değil misine bağlanıyor  ve kapitalizmin cellatlarına, tetikçilerine sempati üretmekten

Filmin sonu, bir ailen var mı yok mu, yalnız mısın değil misine bağlanıyor  ve kapitalizmin cellatlarına, tetikçilerine sempati üretmekten öteye gitmiyor
Biraz tecrübeli bir sinema izleyicisine şöyle bir kahraman tarifi çizsem: “Filmin kahramanı  başta yalnızdır. Aileye, arkadaşlığa, dostluğa, kısacası  kalıcı hiçbir bağa inanmaz. Sabit bir evi bile yoktur nerdeyse.”  Ve sonra sorsam, “bu filmin kahramanının inançları filmin sonunda nasıl olacaktır?” diye.

Alacağım cevap “kahramanın inançları sarsılmış olacaktır. Sevmenin ve sevilmenin, kalıcı  ilişkiler kurmanın değerini anlayacaktır”, şeklinde olacaktır. ‘Aklı Havada’ işte bu formüle uyan bir film. Bir farkı  var gerçi, klasik formülden bir miktar sapıyor ve kahramanını  finalde kelimenin  tam anlamıyla havada bırakıyor ama sonuçta ‘sev, sevil, aileye inan’dan da başka bir şey de söylemiyor. Film, ele aldığı konu itibariyle kapitalizme, krize, sınıf ilişkilerine dair radikal şeyler söyleme şansına sahipken bunu kullanmıyor.    

KAPİTALİSTLERLE EMEKÇİLER

Dünyanın en cazip erkeğini yani George Clooney’yi hangi rolde oynatırsanız oynatın daha baştan kahramanınıza karşı yoğun bir sempatiyle işe başlamış olursunuz. Clooney’nin olduğu bir filmde ondan daha cazip, daha ‘cool’, daha seksi biri olabilir mi? Olamaz! Zaten film de Clooney’nin karakterini çok cool olarak tasvir ediyor başta. Had safhada profesyonel, son derece etkin ve yetkin bir iş adamı olan Ryan Bingham’ı tanıyoruz. Bingham’ın çalıştığı şirketin işi “işten adam atma”. Bingham da şirketin en iyi adamı (tetikçisi, celladı, ne derseniz deyin).  Post-modern üretim döneminde işler nasıl taşeron şirketlere havale ediliyorsa işten atmalar da taşeron şirketlere havale edilmiş meğerse.

Bingham insanlara kovulduklarını güzel bir biçimde ambalajlayarak söylüyor, onları iş bulmalarında yardımcı olacakları vaadiyle kandırıyor, Tekel işçilerine önerilenin benzeri paketlerle yatıştırıyor ve yeni maceralara atılıyor. Bir yandan uçuş milleri toplarken diğer yandan da kendisi gibi bir iş kadınıyla otellerde başlayan bir ilişki yaşamaya başlıyor. Bingham yaptığı işe dair ahlaki bir problem yaşamıyor. Krize girmesi ahlaki nedenlerle değil, işin şeklinin değişmesi kaygısıyla oluşuyor.  İşe yeni bir kadın çalışan giriyor ve işten atmaların yüzyüze değil, telekonferansla halledilmesini öneriyor. Böylece uçak masraflarından tasarruf edilecektir.

Bir anda Bingham insani, yeni işe giren kişi gayrı-insani bir niteliğe bürünüyor. Bingham’ın tek derdi ise bir büroya çakılıp kalmak. Yoksa insani, gayrı-insani falan takıldığı yok.  Bu yeni kadının ise aslında filmin en insani karakteri olduğunu sonradan anlıyoruz. Fakat, kendisi her zaman bir karikatür gibi davranıyor. Bingham ve sevgilisinin cool’luğunun yanında o, pek de önemi olmayan çocuksu bir karakter olarak kalıyor. Sonunda bir anlamda Bingham’a yenilmiş de oluyor. Bingham zafer kazanıyor ama o da hayatının ne kadar boş olduğunu anlıyor. Fakat mesele iş, işten atma-atılma, sömürü falan değil. Fakat sonuçta mesele bir ailen var mı yok mu, yalnız mısın değil misine bağlanıyor. Sonuçta kapitalizmin cellatlarına, tetikçilerine sempati üretmekten öteye gitmiyor ‘Aklı Havada’. Modern infaz yöntemleri yerine, geleneksel infaz yöntemlerini yeğliyor bir yandan da. Ama işten atanlarla, işten atılanlar, kapitalistlerle emekçiler arasındaki çelişkiye teğet geçiyor. Teğet geçmek, hiç dokunmamaktan iyidir denilebilir tabii ki.

Sherlock Holmes:ABD yi kurtaran dedektif

Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes adlı kahramanının maceralarını anlatan roman ve hikayelerini 1887-1926 yılları arasında yazmış. Holmes bilimsel düşünceye ve araştırmaya değer veren, dağınık, kadınlarla arası pek olmayan, bir miktar kendine zarar verme eğilimli bir karakter. Holmes’un dedektiflik yöntemleri suç yeri araştırmalarının gelişiminde önemli rol oynamış. Doğumundan bu yana 120 yıldan fazla zaman geçmiş bu kahraman Guy Ritchie’nin filmiyle yeniden (çoğunluk için ilk kez) hayatımıza giriyor. 

Filmin kötü kahramanı  Sir Blackwood’un, dinsel inanç ve korkuları manipüle ederek, kimyasal silahlar kullanarak Amerika’nın özgürlüğünü tehdit ediyor oluşunun günümüzde sokaktaki Amerikalının ruhunda neye karşılık geldiği çok açık: Bin Ladin ve El-Kaide. Tabii asıl Bush yönetiminin dinsel duyguları sömürerek ve her türlü silahı kullanarak halkların özgürlüğünü tehdit ettiğini, ülkeleri sömürgeleştirdiğini söylemek mümkün ama film oradan bakmıyor. Conan Doyle, Holmes’un hikayelerini yazarken, suç yeri araştırma yöntemlerinin gelişimine katkıda bulunabileceğini öngörmüş olabilirdi, ama ABD’nin iki binli yıllardaki ‘teröre karşı savaş’ına katkıda bulunmayı hayal etmiş olamazdı. Holmes ve yardımcısı Watson, satanist törenlerde kadınları öldüren Blackwood’u yakalarlar.

Blackwood asılır ama mucizevi bir şekilde yeniden hayata döner. Amacı İngiliz parlamentosunu doğaüstü (şeytani) güçlere sahip olduğuna inandırarak kontrol altına almak ve Amerika’yı yeniden kolonileştirmektir. İllüzyon ve kimyasal silahlar ise temel araçlarıdır. Ritchie, kendisinden beklendiği üzere son derece enerjik, hızlı bir film yapmış. Sherlock Holmes, Iron Man’den süper kahramanlık deneyimi olan Robert Downey Jr. tarafından canlandırılmış. Downey Jr. da bu süper kahramana bir miktar insani kusur bulaştırarak işini başarıyla yapmış. 

Filmin diğer kahramanları açıkçası fazla silikler. Watson’da Jude Law iz bırakmıyor. Rachel McAdams kötü/iyi kadın Irene Adler’da daha çok süs eşyası işlevi görüyor. Kelly Reilly o kadar az görünüyor ki, süs eşyası bile olamıyor.  Film, iki saatin üzerinde sürse de Ritchie sinemasal cambazlıklarıyla seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başarıyor. Ritchie’nin becerilerine şapka çıkarıyoruz. Ama geriye bir şey de kalmıyor: Bilimin ve burjuvazinin, kör inançlar ve aristokrasi karşısında nihai zafere ulaşacağına olan tazelenmiş inancımızdan başka. Obama Amerika’sına (dünyasına) da bu yakışır zaten.