“AKP fetret dönemi” bitiyor mu?
Osmanlı’da bile doğrudan iktidar fırsatı bulamamış bir şeriatçı azınlık, iç koşulların ve emperyalizmin Türkiye planlarının çakışması sonucunda iktidara çöreklendi ve Cumhuriyet'in hem manevi hem de maddi kazanımlarını yağmacı bir zihniyetle 21 yıldır talan edip duruyor.
Oğuz OYAN
Osmanlı’nın “Fetret Dönemi”nden 10 yıl daha uzun sürmüş bir “AKP fetret dönemi” sona ermek üzere mi?
Önce niçin ve neye göndermeyle bir “AKP fetret dönemi”? AKP dönemi, Cumhuriyet’in kuruluş döneminin tam zıttını temsil etmek bakımından Cumhuriyet’in tasfiyesiyle özdeşleştiği için bir fetret dönemidir. Bu fetret döneminden sadece 6 hafta sonra çıkılması imkânının belirmesi, Cumhuriyeti felce uğratan/fetretçi/düşmanlaştırıcı iktidar anlayışına teslim olmayan kitleler açısından azımsanmayacak bir umut ve öncelik taşımaktadır.
Sınıf ekseninden bakanlar açısından ise, ağır bir sınıfsal baskı rejimini temsil eden dinci siyasetin durdurulması, aynı zamanda açık faşizme geçişin durdurulmasıyla eşanlamlıdır. Ama bugüne kadar siyaset sahnesine çıkmış en gerici ittifakı temsil eden güçlerin önümüzdeki seçimlerde yenilgiye uğratılması, dinci siyasetlerin etki alanının hemen hızla geriletilmesi anlamına da gelmeyecektir. Birkaç nedenle:
Birincisi, bugünkü gerici iktidar bloğunun idarede, siyasette, yargıda, askeriyede ve toplumda yarattığı 21 yıllık tahribatın bir günde buharlaşması beklenemez.
İkincisi, iktidar adayı olan Millet İttifakı’nın dinci siyasete de geniş yer açan sağ ağırlıklı yapısı, AKP döneminde önemli zemin kazanan dinci yozlaşmanın üzerine gidilmesine ciddi bir engel oluşturacaktır. Kaldı ki, AKP öncesi döneme dönüşün bile hedeflenmediği de bilinen bir olgudur. Bugünden oluştuğu görülen şey, Millet İttifakının aslında Cumhuriyetin kurucu partisinin temsil ettiği veya etmesi gereken değerler ile dinci-milliyetçi anlayışlar arasında bir sentezin temellerinin atılmakta olduğudur. CHP’nin bu yoldan kısa sürede dönmesi zor görünmektedir. Bu nedenle de siyaset denklemine laikliği/aydınlanmayı da temsil eden sosyalist solun güçlü bir giriş yapmasına olan gereksinim büyüyecektir.
Üçüncüsü, AKP ve müttefikleri seçimlerden sonra da Meclis’te, bürokraside ve yerel yönetimlerde önemli bir siyasi güç olmaya devam edebileceklerdir (Hatta seçimlerden sonra siyasi kartların yeniden dağıtılması ve ittifakların tazelemesi sonucunda kısa sürede yeniden güç kazanması olasılığı da dışlanamaz).
Dördüncüsü, seçimden sonraki iktidarın çok zor gündemlerle baş etmesi gerekecektir. Kahramanmaraş Depremlerinin yol açtığı insani ve fiziki yıkım, öncelikli olmakla birlikte bunlardan sadece birisidir. Ekonomik/mali dengesizliklerden orta vadede kurtulmayı öngören ciddi bir programa, hukuksuz/Anayasasız bir dönemden “bağımsız” bir hukuk rejimi inşasına, Cumhurbaşkanlığı merkezli yönetim biçiminden güçler ayrılığını içeren bir siyasi/idari yapılanmaya, imar/ihale yolsuzluklarından ve bütçe hakkının gaspedildiği bir yapıdan denetlenebilir ve hesap sorulabilir bir kamu mali yönetimine, yığılan dış mali yükümlülükler ile sertleşen emperyalist dayatmalara karşı kararlı tavırlar üretebilecek bir siyasi yapılanmaya, gelir/servet dağılımındaki uçurumlarla beslenen yapısal ve toplumsal bunalımlardan dengeli bir ekonomik-toplumsal duruma geçişi hızlandıracak adımlar atılamazsa, pusuda bekleyecek olan radikal İslamcı siyaset karşı saldırıya geçmekte gecikmeyecektir.
Kapkaççı ve Talancı Zihniyet
Kapkaççı zihniyetin bugünkü iktidar kadrolarına ve iktidarın eteklerindeki sermaye çevrelerine ne denli nüfuz ettiğini seçim sürecine girildiği son dönemde apaçık gözlemlemek mümkün. Gün geçmiyor ki yeni bir kamu emlaki satışı, bir imar peşkeşi, bir ihale cambazlığı haberi çıkmasın. Deprem bölgesinde, felaketin enkazı bile kaldırılmadan girişilen acul inşaat girişimleri tam da bu “selden kütük kapma” telaşının en çarpıcı göstergesidir. Üstelik depremden hiç ders almadan meraları/tarım topraklarını yerleşime açmaya devam ederek, betonu tarıma yeğlemeyi sürdürerek.
Kapkaççılık daha çok fırsatçılığı çağrıştırır ama yağmacılığın da ikiz kardeşidir. Peki, tekrar Osmanlı örneğine dönersek, yağmacılık bugünkü dinci siyasetin tarihsel genlerine işlediği için mi aralarında bu kadar içlidışlı bir ilişki var? Önce şu düzeltmeleri yapalım: Bir kere Osmanlı devletinin esas olarak dış talan (dış artık-ürün) üzerinde ayakta durduğunu iddia eden görüşler (veya “izlenimler”) dayanaksızdır. Bütün tarım toplumlarında olduğu gibi, Osmanlı devletinin de asli gelir kaynakları tarımsal artığın (iç-artık ürünün) ele geçirilmesine dayalıdır (Bu artığın illa merkezileştirilmesi gerekmez; nitekim tüm feodal Ortaçağ toplumlarında olduğu gibi askerî ve diğer hizmetler karşılığı olarak önemli bir bölümü üretildiği yerde kalır). Öte yandan, Osmanlı fetihlerinden elde edilen ganimet gelirleri de bütünüyle fetihçi askerî sınıfa bırakılmaz. Fetihlere katılanlar, İslami geleneğe de uygun olarak, ganimetten “hums-u şeri” (yani beşte bir) oranında pay alırlar; gerisi Padişah’ın özel hazinesine kalır. Dolayısıyla kuralsız bir paylaşıma izin verilmez. Ancak ilerleyen yüzyıllarda Osmanlı devletinin gerilemesiyle birlikte başka devletlerden sağladığı haraç gelirleri gibi fetihlerin bitmesiyle ganimet gelirleri de son bulur; bir anlamda dış-artık ürün eksiye döner.
21. yüzyılın dinci gericiliğinin tevarüs ettiği şey olsa olsa yüzde 20 komisyonculuğu olabilir. Ama bunu dahi bağlamından koparmadan bugüne taşımak mümkün olmaz. Burada artık ganimetin beşte birinden ziyade, parazit bir siyasetçi/sermayedar sınıfının, devletin rant dağıtma kanallarını kontrol etmesine bağlı olarak oluşturduğu haraç/rüşvet ağından bahsedebiliriz. Son dönem Osmanlı yönetici sınıfıyla özdeşlik kurulması burada daha mümkün hale gelir.
Ancak özdeşlik kurulamayacak şey, bugünkü dinci gericiliğin şeriatçı tasavvurlarının Osmanlı yönetici sınıflarında aranmasıdır; bunun bir karşılığı yoktur. Bakmayın Abdülhamit’in 31 Mart dinci ayaklanmasına tutunarak iktidarını korumaya çalışmasına, dinci/şeriatçı ayaklanma tehdidi Osmanlı sultanlarının en ürktüğü konu olmuştur. Esasen Osmanlı’da örfi hukukun uygulama alanı her zaman şeri hukuk alanından daha geniş tutulmuş, Tanzimat sonrasındaki dönemde bu eğilim daha da pekişmiş ve sekülerleşme yönünde adımlar da atılmıştır (Tayyipgillerin Tanzimat sonrasından hoşlanmamasının bir nedeni de budur ama bugünkü dinci gericiliğin kendisine örnek alabileceği bir dönem Tanzimat öncesinde dahi -16. yüzyıldaki Şeyhülislam Ebussuud Efendi dönemi dahil- bulunmamaktadır).
Sorun şudur: Osmanlı’da bile doğrudan iktidar fırsatı bulamamış bir şeriatçı azınlığın, iç koşulların ve emperyalizmin Türkiye planlarının çakışması sonucunda iktidara çöreklenmiş olması ve Cumhuriyetin hem manevi hem de maddi kazanımlarını yağmacı bir zihniyetle 21 yıldır talan edip durmasıdır. Talancıların iktidara yapışmasının bir nedeni buysa, diğeri de hesap sorulmasından dehşetli ürküyor olmalarıdır.
Sonuç: Yeni bir Destan Yazılmalı
Osmanlı “Fetret Dönemi”nin en hayırhah olayı, merkezkaç bir “sosyalizan” güç olarak ortaya çıkan (veya çıktığı varsayılan) Şeyh Bedrettin isyanları olmuştu. Sol yazında “eşitlikçi” ve “paylaşımcı” bir hareket olarak anılan Şeyh Bedrettin olayı bir yandan da geç feodal Ortaçağın din temelli köylü isyanlarını hatırlatır. Belki bu bakımından bugünkü aydınlanma ve sosyalizm mücadelesine ışık tutamayabilir. Ama sol mücadelenin de tarihsel efsanelere ihtiyacı vardır ve bu nedenle de Nâzım Hikmet tarafından Şeyh Bedrettin Destanı zulme karşı halkın meydan okumasının bayrağı olarak yüceltilmiştir. Şimdi AKP’nin zulüm ve fetret dönemini aşmanın mücadelesini verirken, yeni destanlar yaratmaya ihtiyacımız var. Bu destanlar, emekçi sınıfların ve sosyalist aydınların omuzlarında yükselecek ve iktidara karşı seçimlerin kazanılmasıyla sonlanmayacak; seçimlerden sonra egemen sistemi sürdürmeye yönelik tüm programlara karşı verilen mücadele sürecinde yazılacak.