Bakanlardan il, ilçe müdürlerine kadar bürokratların atanması ile politikanın belirlenme yetkisinin sadece cumhurbaşkanına ait olması da Erdoğan’ın hayallerinin ya da yapılmak istenenin bir ifadesidir..

AKP’nin yeni anayasa isteği
Fotoğraf: AA

Mustafa Karadağ - Eski Yargıçlar Sendikası Başkanı, Avukat

Can Atalay başvurusunun ardından verilen ihlal kararıyla birlikte Anayasa Mahkemesi yeniden tartışmaya açıldı. O kadar ki Yargıtay 3. Ceza Dairesi Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu, Yeni Şafak resimleriyle hedef gösterdi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve avanesi yine köpürdü.

İktidar cenahı ve yandaş medya Anayasa Mahkemesini lince kadar götürdü işi ve nihayetinde AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kendisini hakem ilan etti. Kısaca durum bu. Yargıtay 3. Ceza Dairesinin kararı ve Yargıtay Başkanlığı açıklamasındaki ayrıntılara girmek başka bir yazının konusu olsun.  

Yukarıda özetlediğimiz işleyiş bakımından çok basit bir hukuki sorunu bir kan davasına dönüştürmenin yargı organları arasındaki görüş ayrılığından kaynaklanan bir kriz olarak değerlendirilmesi durumu hafife almak olur. Siyasi iktidar 2022 yılından bu yana gerici, piyasacı ve otoriter bir rejim oluşturma amacına uygun olarak zamanın ruhuna münasip adımları atmaktan hiç çekinmemiştir. Sürekli olarak sivil ve yeni bir anayasa yapılması gerekliliğini gündemde tutmuş ve iktidarının sürdürülmesi pahasına her türlü ve fakat temelsiz, kuralsız konjonktüre uygun ne gerekiyorsa yapmıştır. Asıl amaç anayasasız, kuralsız, otokratın sözünün kanun olduğu, hukuktan arındırılmış bir yönetim biçimi yaratmak.   

İktidarın sorun çözme biçimi her zaman sorun olarak gördüğü kurumları, yapıları ortadan kaldırmak olduğu için özellikle kendisine sürekli engel gördüğü yargıyı, genel olarak hukuku yok etmeye çalışıyor. 

Ülkeyi ‘kriz’e götüren yargısal süreci kısaca anımsayalım. Gezi direnişinden yıllar sonra önceden beraat ile sonuçlanmış bir dava canlandırılıp içine barış istemekten başka amacı olmayan demokrat insanlar da dahil edilerek tamamen delilsiz ve hukuksuz bir şekilde mahkumiyet kararları verildi. Henüz mahkumiyet kararları kesinleşmeden sanıklardan Can Atalay milletvekili seçildi. Anayasanın açık hükmüne rağmen Can Atalay tahliye edilmedi, konu Anayasa Mahkemesine taşındı, AYM ihlal kararı verdi ve kararında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine yapması gereken işleri (Can Atalay’ı tahliye etmesi, dosyayı yeniden ele alması ve durma kararı vermesi) hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde söyledi. ACM, AYM kararını uygulamak yerine konuyu önce bir ‘müzekkere’ ile Yargıtay 3. Ceza Dairesine sordu. Yargıtay Başsavcılığı bu yazının bir karara dönüştürülmesini istedi, ACM bu kez bir karar ile durumu Yargıtay 3. CD’ne bildirdi, Daire de Türk hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek şekilde AYM kararının uygulanamayacağına karar verdi ve AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu.     

Bu tespitlerden sonra sadede gelecek olursak;  

1- Anayasada yasama, yürütme ve yargı ayrı ayrı bölümlerde düzenlenmiştir ve Cumhurbaşkanlığı “Yürütme” bölümü altında düzenlenmiştir. “Yargı” bölümü içinde Cumhurbaşkanının yargı organları arasında ‘hakemlik’ yapma gibi bir hak ve yetkisi ya da görevi bulunmamaktadır. Bu nedenle Anayasanın 104/2. maddesinin bahsedilen ‘kriz’de uygulanma olanağı yoktur. Zira, Cumhurbaşkanı “yürütme”nin başıdır. Yasama ve yargının başı değildir. Cumhurbaşkanının tek bir görevi vardır, o da yargı kararlarına uymak, kararların uygulanmasını sağlamaktır. 

2- Anayasanın 153/son maddesi açıkça AYM kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağını söylüyor. Cümle Türk dili ve imla kurallarına göre son derece basit ve anlaşılır. AYM kararlarının bağlayıcı olmadığı ya da yanlış AYM kararlarının uygulanmayacağı yorumunu yapabilmek için içselleştirilmiş bir cehalet gerekiyor. Üstelik, herhangi bir hukuk fakültesinin anayasa hukuku sınavında AYM kararlarının uygulanma kabiliyetinin yanlışlığı veya doğruluğunun yorumlanmasına bağlı olduğunu yazmak fahiş bir hata sayılır. Elbette ki AYM kararları da tüm mahkeme kararları gibi eleştirilebilir fakat eleştiri kararın uygulanmaması sonucunu doğurmaz.  

3- Siyasi iktidar temsilcilerinin, özellikle de aynı zamanda AKP Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanının AYM ve AİHM kararlarına yönelik olumsuz ve hukuksuz tavrını ilk defa görüyor değiliz. Daha önce de defalarca ve açıkça mahkeme kararlarını tanımadığını ifade etmesine, ilk derece mahkemelerine Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamayı önermesine, hatta bu yönde telkinde bulunmasına tanık olduk. Hemen söylemek gerekirse, mahkemelerin AYM kararlarına uymaması hukuk güvenliğinin ortadan kalktığının bir göstergesidir. 

4- Demokratik ülkelerde yürütme, basiretli, yasalara ve yargı kararlarına saygılı, şeffaftır. Yasama eşit temsile dayalı, çoğulcu bir yapıda ve Anayasa ile uluslararası sözleşmelere uygun şekilde kendi koyduğu demokratik çalışma usullerine göre yasama faaliyetlerini yürütür. Yargı güçler ayrılığı ilkesi uyarınca yürütme ve yasama ile eşittir, ama eşitler içindeki en eşit güçtür. Demokrasilerde, yargı kararlarını ortadan kaldıran, yargı kararlarına aykırı yasa yapılamaz. Yürütme yargı kararlarına mutlak uymak zorundadır. Hasılı, yargı gücünün böyle bir en eşit hali vardır. Bunların dışında bağımsız ve tarafsızdır, bağımsızlığı anayasa ile teminat altına alınmıştır. Yargı, hak ve özgürlüklerin, hukuk güvenliğinin teminatıdır. 

O zaman soruyu yeniden sormak gerekiyor, mevcut durum sadece yargı organları arasındaki hukuki görüş ayrılığından kaynaklanan bir kriz midir? Kendiliğinden mi olmuştur? 

Normal koşullarda 3 Kasım 2019 tarihinde yürürlüğe girecek iken seçimin erkene alınmasıyla anayasa değişikliklerinin 24 Haziran 2018 tarihinde yürürlüğe sokulmasından YSK’nin bir zarf içindeki oylarının üçünün geçerli sayılıp birinin geçersiz olduğuna karar vermesine, seçim gününün ortasında sanki vahiy gelmiş gibi mühürsüz oy pusulalarının geçerli olacağına karar verilmesinden TBMM’nin etkisizleştirilmesine, HSK’nin bütün üyelerinin seçiminin Cumhurbaşkanı ve tamamını kendisinin belirlediği AKP ve MHP milletvekillerine bırakılmasından Yüksek Mahkeme üyeliğine seçilme mesleki kıdeminin 17 yıla indirilmesine, “uzun adam aşığım sana diyen yargıçların Yargıtay Üyesi olarak atanmasından AKP ve MHP yöneticisi veya üyesi avukatların sınavsız, stajsız yargıç ve savcılığa alınmasına, görev yerlerine Sarayda Cumhurbaşkanını ayakta alkışlattırıp gönderilmesine, dünyanın hiçbir yerinde olmayan, hiçbir kuram ile örtüşmeyen Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile tadil edilmesine kadar tanık olduğumuz birçok olay, esasen yürütme gücünün başı olan Cumhurbaşkanının, gönlünde tam ve denetimsiz bir başkanlık yattığının işaretleri. Halihazır bakanlardan il, ilçe müdürlerine kadar bürokratların atanması ile politikanın belirlenme yetkisinin sadece Cumhurbaşkanına ait olması da Reisin hayallerinin ya da yapılmak istenenin bir ifadesi. 

Hiçbir AKP’li siyasetçi veya bürokratın soruşturulmadığını, tüm eski siyasetçilerin niteliklerine bakılmaksızın büyükelçi, vali, genel müdür olarak atanmasına karşın, seçilmiş HDP’li Belediye Başkanlarının görevlerinden alınıp yerlerine kayyım atanmasını, Hrant Dink’in katili şartla salıverilirken YARSAV Başkanı Murat Arslan’ın denetimlik serbestlikten yararlanma hakkının gerekçesiz olarak gaspını, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Tayfun Kahraman gibi insanların tutsak edilmesini hatırladığımızda AKP iktidarının, daha başka bir deyişle Reisin liyakat gözetmediği gibi hak ve özgürlük taleplerine karşı düşmanca davranmasını daha kolay anlayabiliriz. Bütün bu hatırladıklarımız adaletle ilgili. Bir de her geçen gün eğitimin eğitimcilerden alınıp diyanete teslim edilmesi, bilim derslerinin gittikçe azaltılıp yerine dini derslerin konulması ve değerler sisteminden ahlak ve etikten uzaklaşılarak dini değerlere ağırlık verilmesi, sosyal hizmetlerin kurumsallıktan çıkarılıp ablalara ve abilere bırakılması, akrabaların, yandaşların kayırılması, devlet olanaklarıyla zengin edilmesi, sağlık sisteminin çökertilmesi var.  

Bu kadar çok sözü etmemizin sebebi, aslında gelmekte olanın ve siyasi iktidarın amacının ne olduğunun kolay anlaşılır kılınması, zira ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. 

Cevaplamamız gereken bir soru da AKP’nin nasıl olup da bu kadar seçmen desteği aldığıdır. Öncelikle söylemek gerekir ki AKP, 21 yıllık yoksullaştırma, yoksunlaştırma ve eğitimsizleştirme politikalarının nemalarından besleniyor. Ne yazık ki sosyal yardımlara muhtaç hale getirilip hiçbir yolsuzluğa, haksızlığa, kendisini bu güne kadar var eden laik demokratik Cumhuriyetin yok edilişine duyarsızlaştırılan bir kitle var. Analitik düşünce yeteneğini yitirmiş, hamasetten beslenen, yarından beklentisi olmayan, dantelli kefenleriyle her yere gitmeye ‘istekli’ ama eylemliliğe dair bir düşüncesi olmayan dindar ve kindar gençlik de Anıtkabirde slogan atmak gibi görevler için nefer olarak hazır durumda. Doğruyu söylemek lazım, doktor dövmeyi bir mertebe olarak gören insanlar bu kitlenin unsurlarından. 

Sonuç olarak şimdiye kadar yaşadıklarımız, siyasi iktidarın ülkeyi getirdiği aşama, her şeye Diyanetin müdahil edilmesi, gelir dağılımındaki adaletsizliğin derinleşmesi, orta sınıfın yok edilmesi, asgari ücretin ortalama ücrete dönüştürülmesi, etik değerlerin yerine dini değerlerin referans alınması, hiçbir evrensel hukuk ilkesine itibar gösterilmeyerek bürokrasi ve yargıya yasalara göre değil vicdana göre karar verilmesinin önerilmesi, hukuk güvenliğinin ortadan kaldırılması gibi icraatlar amacın anayasasızlaştırılan otokratik bir devlet yapılandırmasına heveslenildiğinin ve bu amaç uğrunda her yönüyle kontrol altında tutulan her türlü organizasyon ve operasyonun yapıldığını gösteriyor.  

Türkiye’nin bu hukuksuz ve geri dönülmesi zor maceralara sürüklenmesinin önlenmesi ve laik, demokratik hukuk devleti olan Cumhuriyetin yeniden inşası ve parlamenter demokrasiye dönülmesi için tüm muhalefetin birlikte hareket etmesi, halkın bu mücadeleye ortak edilmesi, kısır çekişmelerden uzak durulması gerekmektedir.