Dün yazdığım filmlerin ikisi de yarışmalı bölümlerde yer almıyordu. Mira Nair’in “Kararsız Kökten Dincisi” festivalin açılışını yapmıştı, Sarah Polley’nin “Anlattığımız Hikayeleri” ise yarışmasız Venedik Günleri bölümündeydi.
Festivalde gösterilen ana bölümün ilk yarışma filmi  Kirill Serebrennikov’un “Aldatma”sı (Izmena) oldu. Film, bir kadın doktorun muayene odasında başlıyor. Odaya giren hastaya doktor beklenmedik bir şekilde kendi ruh halinden söz ediyor. Hastayla birlikte biz de şaşırıyoruz. Doktor erkek hastasına, eşlerinin bir ilişki içinde olduklarını söylüyor. Yani “benim kocam, senin karınla birlikte” deyiveriyor. Ve bu açıklamayla birlikte hasta ile doktorun hayatları geri dönülemeyecek biçimde değişiyor. Serebrennikov yeni Rus küçük burjuvalarının sosyal dünyasından çok, kafalarının içiyle ilgilenmiş. Film çoğu zaman sadece iki oyuncuyu gösteriyor, onlar dışındaki kişiler son derece silikler. Çevrede yaşananlar da, örneğin çıkan bir fırtınada tamamen kahramanların ruh hallerinin bir yansıması olarak varlar. Aldatılan kadın ile erkek beklenebileceği gibi birbirleriyle cinsel bir yakınlaşma da yaşıyorlar. Ve sonra “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”ı  anımsatacak bir şekilde bir suç sarmalı başlıyor. Yönetmen filminin bir aşk hikâyesi değil metafizik bir hikâye olduğunu söylüyor. Ne zaman bir yönetmen metafizikten söz etse, ne anlattığını pek de bilmediğini düşünürüm. Doğrudur da:  Karanlık taraf, insanın akıl dışılığı falan, filan… Yanlış anlaşılmasın tabii ki karanlık tarafımızın, akıl dışılığımızın farkındayım. Ama metafizik değil, psikanaliz mesela manalı gelir bana. Serebrennikov ne kadar kamerasını oyuncuların yüzleri üstüne yoğunlaştırsa da buradan bir anlam çıkmıyor. Film kesinlikle kötü değil ama iyi de değil. Kimi stil kaymaları olsa da belli bir estetik bütünlüğü var. İyi de oynanmış ama yine de tatmin etmiyor. Yönetmen kadın akıl dışılığını odağına almış. Sanki erkekler çok akılcıymışlar gibi, erkek üzerinde aynı odaklanma yok. Zaten yönetmen de böyle söylüyor.  

‘SUPERSTAR’DA CEVAPSIZ SORULAR VAR
İkinci yarışma filmi ise Gerard Depardieu ve Cecil de France’li “Şarkıcısı”nı izleyip sevdiğimiz Xavier Gianolli’den geldi: “Superstar”. Film hipotetik bir durum üzerine kurulu: Sıradan ve ünlü olmak gibi bir hedefi ve arzusu olmayan biri, bir sabah uyandığında kendisini herkesin ilgisinin odağında bulursa ne olur? Tahmin edilebileceği gibi, tatsız bir durum olur. TV kanalları filan adamın etinden sütünden yararlanmak için ellerinden geleni yaparlar. Hırslı prodüktörler, aslında altın kalpli ama işi gereği adamı sömürmeye hazır programcılar filan adamın çevresini sararlar. Nedensiz bir yere adama ilgi gösteren kitle nedensiz bir şekilde adamdan nefret etmeye de başlayabilir ki, bu da olur. Gianolli koyun gibi gördüğü kitlenin psikolojisini anlamak için hiç çaba harcamamış. Tabii ki kitle histerisinin sevilecek bir yanı yok. Ama film sadece medya ile isteksiz ünlü arasında geçiyor. Kitle neden birdenbire adama ilgi duyuyor, film bu soruya cevap vermiyor. Tabii ki onda kendilerinden bir şeyler görüyorlar falan filan, bunlar var filmde. Ama o kadar. Böyle filmleri hiç sevmiyorum. Bir hipotez üzerinden ahlakçı bir şeyler söylemeye çalışan, sistem eleştirisi yapar gibi yapıp, mizantropiyle ve naif bir insancıllık arasında sıkışan filmlerden. Yarışma dışı gösterilen Sarah Polley filmi hâlâ en iyisi.