J. EDGAR
Amerikan polisi

Clint Eastwood’un son filmi “J. Edgar” tarihin gördüğü bu en karanlık ruhlardan birini anlatma iddiasında. Film ister istemez politik konulardan söz ediyor ama elinden geldiğince kahramanını sistemden soyutluyor. Hoover’ın sıkı bir anti-komünist olması sanki bir tür tesadüf eseri gibi duruyor filmde

Clint Eastwood’un yönettiği filmde Leonardo DiCaprio, Naomi Watts, Armie Hammer ile Josh Lucas rol alıyor.

J. Edgar Hoover, gelmiş geçmiş en iğrenç, en pis, en acımasız, en … adamlardan biri. Hayatının her döneminde kötünün yanında olmuş, insan hakları nerdeyse tam karşısında konuşlanmış, şantajcı, yalancı, işkenceci ve katilin biri. Hoover, FBI’yı kurmuş ve yıllarca yönetmiş. Hoover, ABD federal polisinin kurucu babası yani. İlk başa geçişi 1924’e denk geliyor. Yani 1917 Ekim Devrimi’nden 7 yıl sonraya. ABD kapitalizminin tepesinde komünizm hayaleti dolaşırken, polisin başına en inançlı komünizm düşmanlarından biri olan Hoover’ın getirilmesi tesadüf değil tabii. Hoover, ABD soluna kan kusturuyor, işkenceyle ya da hukuksal zeminler bularak. Mesela Emma Goldman’i, ABD vatandaşı olmasına rağmen, sahte bir evlilik yaptığı iddiasıyla sınır dışı ettiriyor. İşte Clint Eastwood’un son filmi “J. Edgar” tarihin gördüğü bu en karanlık ruhlardan birini anlatma iddiasında. Film ister istemez politik konulardan söz ediyor ama elinden geldiğince kahramanını sistemden soyutluyor. Hoover’ın sıkı bir anti-komünist olması sanki bir tür tesadüf eseri gibi duruyor filmde. Sanki Hoover başka türlü bir federal polis şefi olabilirmiş gibi. Kafayı bozuk plak gibi komünistlere takmış bir tür meczup sanki. Tabii, komünistler de, ortada hiçbir baskı falan yokken terör eylemleri düzenleyen şiddet yanlısı gölgeler olarak varlar filmde. Hiçbir muhalifin bakış açısı filmde görülmüyor. Filmin derdi de bu değil. O bir psikolojik portre çizmek istiyor ama o konuda da mesela “Zenne”den daha ileri değil.

SİSTEM HER ZAMAN YENİ BİR KARAKTER YARATIR
“Zenne”nin akla gelişi, şundan: Hoover bir eşcinsel. “Zenne”deki canavar anne figürü gibi bir anneye sahip. “Eşcinsel bir çocuğum olacağına, ölü bir çocuğum olsun” diyen cinsten bir annesi var. Hoover’ın da bütün kötülüğünün nedeni sanki bu annenin baskısı sonucunda oluşmuş gibi. Eğer cinselliğini açıkça yaşasaydı, Hoover elbette başka biri olurdu. Ama onun yerine başka birini bulurdu sistem. Film, Hoover’ın ve annesinin dışındaki bu güce, sisteme hiç değinmiyor. Hoover’ın ırkçılığı da, gericiliği de, her şeyi de havada kalıyor.

FİLMİN AKAN HİKÂYESİ
Hoover’un canavarlıklarına sinema içinden bir örnek vereyim. J. Luc Godard’ın ünlü filmi “Serseri Aşıklar”ın yıldızı Jean Seberg sol görüşleri olan bir oyuncu. Amerikan Yerlilerine ve Siyah Panterler’e yardım ediyor. Hoover bunun üzerine Seberg”in “nötralize” edilmesini emrediyor. O sırada beyaz bir eşi olan Jean Seberg’in, Siyah Panterler üyesi bir Siyahtan hamile kaldığı yalanı basına sızdırılıyor. Jean Seberg büyük baskı ve stres altına giriyor. Haberi basan Newsweek’e dava açıyor ama yaşadığı stres sonucunda erken doğum yapıyor. Çocuğu birkaç hafta sonra ölüyor. Çocuğunun Beyaz olduğu görülsün diye, cam bir tabuta yerleştirtiyor. Bu ölüm, Seberg’in de sonunun başlangıcı oluyor. Jean Seberg çocuğunun her ölüm yıldönümünde intihara kalkıyor. Sonunda da aldığı aşırı dozdaki sakinleştirici ilaçlar nedeniyle ölüyor. Kocası da Seberg’in ardından intihar ediyor.  Hoover’ın cinayetlerinden sadece biri ya da üçü bu(nlar). Tabii çok daha doğrudan olanları da vardır. Hoover’ın  bu  cinayetlerdeki rolü filmde yok… Ama FBI’yı nasıl bilimsel yöntemlerle çalışan bir yer haline getirdiği ve Lindberg’in çocuğunu kimin kaçırdığını nasıl bulduğu uzun uzadıya var. Bir biyografi anlatma iddiasındaysanız neyi anlatmayı seçtiğiniz duruşunuzu gösterir. Eastwood’un duruşu da artık film yapmasa daha iyi olacak dedirten türden.