An'ın, mekanın ve stratejinin kaybı: 2013’ten 2016’ya Türkiye solu
2008’deki krizin akabinde birbiri ardına dünyanın farklı coğrafyalarında patlayan halk hareketleri ve devamındaki Gezi direnişi de kaçınılmaz olarak stratejiye dair tartışmalara yeni bir yön kazandırdı
CENK SARAÇOĞLU*
İsyanlar ve halk hareketleri eğer içerisinden çıktıkları toplumsal koşulları köklü bir değişime uğratma potansiyeli taşıyorlarsa sonraki zamanlar için yeni bir tartışma ve arayış uzamı açarlar. Hiçbir sol özne, toplumsal hareketler karşısında hiçbir şey olmamış gibi davranamaz; sarsıcı bir halk hareketi ile ortaya çıkan koşullarda kendisini yeniden var etmek; “yeniden doğmak” zorundadır. Burada “yeniden doğmak” ile kastedilen dünyaya ve tarihe bambaşka gözlüklerle bakmak; dünya-tarihsel düzlemdeki bütün teorik öncülleri gözden geçirmek değildir. Düzen için sarsıcı isyanların ve halk hareketlerinin sol siyaseti yeniden düşünmeye davet ettiği asıl alan kuramsal öncüllere değil “siyasi stratejiye” yöneliktir. Strateji tartışması kapitalizmin genel yasaları gibi belirli bir ülke ve belirli bir zamanı aşan genel meselelere dair soruları içermez. Daha çok kapitalizmden gerçek bir kopuşun yöntemlerine ve olanaklarına dair sorularla ilgilenir. Yani strateji düşünmek demek yaşanılan ülkede ve zamanda gerçek bir dönüşüm için nesnel koşulların var olup olmadığına, mevcut zamandaki güç dengelerine ve bu koşullar uyarınca “öznelerin” ne yapması gerektiğine dair sorular üzerinde, yani “fiili duruma” dair düşünmek, somut durumun somut analizini yapmak demektir. Sarsıcı bir halk hareketi, bütün bu parametrelerde bir değişimi tetikleyeceğinden kaçınılmaz olarak sadece sol siyasi özneler için değil egemenler açısından da (mevcudu yeniden üretmeyle ilgili) stratejiye dair tartışmaları kışkırtır. 2008’deki krizin akabinde birbiri ardına dünyanın farklı coğrafyalarında patlayan halk hareketleri ve devamındaki Gezi direnişi de kaçınılmaz olarak stratejiye dair tartışmalara yeni bir yön kazandırdı. Çok “konjonktürel” ve uçucu gibi gözükse de 2013 Haziran’ından sonra herkesin gündeminde olan “AKP’nin artık ömrünü doldurup doldurmadığına”, “AKP’nin yaşadığı meşruiyet kaybıyla doğan boşluğun nasıl doldurulacağına”, “Kürt hareketinin ne derece Gezi’nin parçası olup olmadığına”, “solun Gezi kitlesiyle nasıl ilişkileneceğine”, ne yapmalı sorusuyla ilişkilendirildiği oranda Gezi’nin sınıfsal kompozisyonuna” ve hatta çok spesifik olarak “Gezi sonrasında ortaya çıkan forumlara nasıl yaklaşılması” gerektiğine dair sorular içerisinde stratejik bir arayışın gömülü olduğu sorulardı. Gezi; Türkiye tarihi açısından öyle özel bir momentti ki bundan daha üst soyutlama düzeyine ait genel sorular “anı” yakalayamıyordu. Buraya kadar aslında şaşırtıcı bir şey yok. Şaşırtıcı olan bugün geldiğimiz noktada Haziran 2013’ten neredeyse iki buçuk yıl gibi kısa bir süre sonra bu stratejik arayış/düşünme alanının, Türkiyeli solcular için Kürt hareketini dışarıda bırakırsak, olabildiğince kapanmış olması.
Stratejisiz Pozisyonlar Dönemi
Bugün baktığımızda Türkiye solunun farklı öznelerinin birbirini dışlayan kabaca üç eğilime hapsolduğunu görüyoruz. Birincisi 2013 Haziranında “gidici” olacağına kesin gözüyle bakılan AKP’nin baskısının ifşaatına eşlik eden bir hayıflanma ve sürekli bir “uyarılma” hali. İkincisi sanki içinden geçtiğimiz dönemin “olağanüstülüğü” ortadan kalkmışcasına bugün ne yapılması gerektiğine dair soruların yanıtlarını, fiili durumun ihtiyaçlarından koparılmış bir “sosyalizm” savunusu ile karşılama hali. Üçüncüsü ise koşullarda yaşanan niteliksel dönüşümün varlığında aynı biçimde ve içerikte ortaya çıkması beklenemeyecek olan 2013 Haziran’ındaki kalkışmanın yinelenmesini bekleme hali.
Bu üç pozisyon da stratejiye dair bir düşünsel bir açılım sağlayamıyor; çünkü hiçbirisi fiili durumun içerisindeki potansiyeli açığa çıkarmaya, “olagelen” ile “gelmesini istediğimiz şey” arasındaki sürecin hangi araçlarla, yöntemlerle doldurulacağına dair sorular içermiyor. Bu durum, aslında sol siyaset için varoluşsal bir probleme işaret eder. Zira ne sadece egemenlerin şiddetini ifşa etmek; ne sadece sosyalizmi savunmak ne de bir isyanın tekrarını beklemek için sol siyasete ihtiyaç vardır. Sol siyaseti ve onun yapılarını lüzumlu kılan şey; mevcut anla, anın aşıldığı gelecek arasında bağ kuracak araçları ve yöntemleri tartışmak, hayata geçirmek, bunları denemek ve gerekirse “yenilgi” ihtimalini göze almaktır.
An, Ölçek ve Gelecek
Peki nasıl oldu da iki sene içerisinde Türkiye solu strateji momentini yitirdi? Bu soruyu yanıtlarken “strateji” tartışmalarının ayırt edici niteliklerine dair ek bir şeyler söylemek gerekir. Bir siyasal stratejik düşünüşü, bir fanteziden ayırt eden onun “belirlenimler” altında yapılmasıdır. Yani siyasal özneler strateji tasarlarlar ama keyiflerine göre değil, devraldıkları ve bulundukları koşullar altında. Bu koşulların göz önüne alındığı bir siyasi stratejiyi “ayakta” tutacak üç sac ayağı vardır. Bunlardan birisi kırıldığında bir stratejik düşünüşün zemini ortadan kalkar; deyim yerindeyse “strateji” çöker.
Birincisi stratejinin hayata geçirileceği “anın bilgisine sahip olma”; ana yönelik bir kavrayış gereksinimidir. İkincisi siyasal stratejinin, vücut bulacağı “yer” ya da “ölçek” konusunda netleşme gereksinimidir. Üçüncüsü ise –ki bu, ilk ikisinden türetilir- kısa, orta ve uzun vadelere denk düşen olası kazanımların ne olduğuna, bunların hangisine odaklanmak gerektiğine dair bir “hesaplamanın” yapılmış olmasıdır. Belirli bir zaman ve yer için tasarlanan birbirlerinden farklı ve hatta çatışan siyasal stratejiler bu üç unsurun her biri için yapılan analiz farklılarından türerler.
Örneğin bir siyasal açılımın Gramsci’nin kavramlarıyla “uzun erimli bir mevzi savaşı” mı yoksa bir sıçrama içerecek “manevra” savaşı üzerine mi kurulacağını belirleyen şey “anın”, (momentin) niteliğidir. Aynı şekilde bir siyasi açılımın öncelikle hangi düzeyde ifade bulacağı; , “mahalle” “şehir”,” bölge” düzeyinde mi yoksa “ülkenin” bütününde mi zorlanması gerektiği gibi konularda alınacak kararlar ancak stratejik düşünüşün ikinci öncülü olan “ölçek” ve yer konusunda belirginleşme ile mümkün olabilir.
2013 Gezi direnişi bu üç zeminde bir netleşme sağladığı için solu, “ne yapmalı” sorusuna, yani strateji tartışmasına doğru kaymaya zorlamıştı. Haziran 2013, öncelikle “ana” dair bir netleşme sağladı. Yaşanan; “halkın” bağımsız bir şekilde yarattığı bir toptan reddiye hali; yani “gerçek bir istisnai haldi”. Bu yüzden de siyasal arayış “sıçrama” arayışı üzerine kurulmalıydı. İkincisi bir parkta başlayan eylemin tüm Türkiye’ye yayılır bir doğrultu izlemesiyle strateji arayışının ölçeği netleşti: bu ölçek “bütün bir ülke” olmalıydı. Üçüncüsü Gezi direnişi, kitleselliğin asıl kaynağı olan AKP karşıtlığından gerçek bir toplumsal dönüşüme ve uzanan yol üzerinde; yani kısa, orta ve uzun vadeli hedefleri birbirine bağlayacak yöntemler konusunda bir düşünüşe çağırıyordu.
Sandık, Savaş ve An/Mekan Kaybı
Buraya kadar söylenenler, Türkiye solunun iki yıl gibi kısa sürede neden gerçek bir stratejik düşünüş zemininden uzaklaştığı sorusuna dair örtük bir cevap içeriyor. Cevap kabaca şu: Türkiye’de bu iki sene içerisinde Gezi direnişinde netleşerek sabitleşen “an”, “ölçek/mekan” ve “hedefler” konusunda son iki sene içerisinde bir stratejinin tasarlanmasını imkansızlaştıran ani kaymalar yaşandı. Bahsettiğimiz zemin kaymasının arkasındaki iki “nesnel” etmen üzerinden özellikle bahsetmek gerekir: Bunlardan birincisi Haziran 2013’ten bugüne gerçekleşen dört ayrı seçim, yani “sandık faktörü” ve ikincisi de AKP’nin Kürt meselesinde şiddeti yeniden devreye sokması; yani “savaş faktörü”.
Öncelikle “sandık faktörü” gerçekleştiği dört seferde de sol siyasi öznelerin ve Gezi kitlesinin dikkatini “mevcudun” içindeki olanaklardan sonuçları belirsiz bir geleceğe yöneltmek suretiyle onları bir strateji tartışmasının birinci asli unsuru olan “andan” kopardı. Gezi dinamiği ve sol siyaset, çerçevesini, işleyişini, kurallarını belirleyemediği ve en önemlisi de toplumsal meşruiyet ve “değerine” dair genel toplumsal algıda bir değişim yaratmadığı seçim süreci tarafından belirlenmek durumunda kaldı Siyasal iktidar ve devlet için ise durum tersiydi. Seçimler, AKP’nin en temel manevra alanı olduğundan, kendi ideolojik ve zor aygıtlarını som derece hesaplı kitaplı bir şekilde seferber eden bu partinin “anı”, kendi içeriğiyle doldurmasını mümkün kıldı. Her bir seçim, Gezi’nin yarattığı “gerçek istisnai hal” karşısında AKP’nin kendi “istisnai haline” geçişin meşruiyet zeminini oluşturdu. Seçimler bittiğinde ise solun yeniden doğacağı o “an” art��k yaşanmıyordu.
Duygusal Kopuş mu Siyasal Yarılma mı?
İkinci faktör olan Kürt meselesinde AKP’nin savaş politikasını devreye sokması ise Kürt hareketini gerçek bir kopuşu ve sıçramayı (özyönetim ilanları) güçlü olduğu kendi bölgesinde aramaya itti. Hem devletin şiddetinin hem de Kürt hareketinin karşı direncinin Rojava meselesni doğrudan ilgilendirmesi, Kürt hareketinin kendi stratejisini, Türkiye sınırlarının dışına taşan ve böylelikle de Ortadoğu’nun bütünündeki güç dengelerindeki değişimlere fazlasıyla hassas yeni bir ölçek üzerine kurmaya yöneltti. Ülkedeki Kürt kentlerinin artık Türkiye dışındaki dinamiklerin de belirlenimi altındaki farklı bir mücadele alanına dönüşmesi ve bu haliyle Türkiye’nin geri kalanından kopması Türkiye solunun ve Gezi toplumsallığının Kürt coğrafyasını da içerisine alan bütüncül ülke ölçeğinde bir stratejik düşünüş geliştirmesini imkansızlaştırdı. Haziran 2015 seçimlerinden sonra bölge, Türkiye ölçeğindeki “ortak meseleler üzerine bina edilebilecek bir siyasal/toplumsal dönüşüm arayışının ve buna uygun bir stratejinin karşılık bulamayacağı derecede savaş politikalarıyla istisnaileştirildi; Ortadoğu’nun bütününde yürüyen güç mücadelesinin savaş meydanlarından biri haline getirildi.
Bugün geldiğimiz noktada eğer “Gezi kitlesinin” bölgedeki savaşa karşı duyarsızlığı söz konusu ise bu durum Kürtler ile Türkler arasındaki duygusal kopuşa, ya da “kolonyal mantığın” mirası bir üstünlük hissinin “Türk” zihninde tezahür etmesine indirgenemez. Ortada kendine ait bir “an” çözümlemesi ve yine kendine ait bir ölçeği ve böylelikle de değişen dengelere göre sürekli yeniden uyarlanan bir stratejisi olan bir siyasal hareket (Kürt hareketi) ile Gezi’den iki buçuk yıl sonra “anını” ve siyasi proje önereceği ölçeği (ülke ölçeğini) kaybetmiş olan Gezi dinamiği/Türkiye solu arasındaki bir uyum sorunu; adlı adınca siyasal bir yarılma var. Yıllardır süren savaşın ve buna halen eşlik eden milliyetçi propogandanın ülkenin Batısı ile Kürtleri arasında aşılması kolay olmayan kalın duvarlar diktiğini inkar edemeyiz. Öte yandan, ortak bir siyasal mücadele pratiği içerisinde buluşarak bahsedilen duvarları gerçekten yıkmanın önüne yapısal bir engel olarak çıkan bu ölçek/yer farklılaşmasıyla yüzleşmeden “duygusal kopuşun” nasıl aşılacağını, ülkenin yuvarlanmakta olduğu savaş ortamından nasıl çıkılacağını da layıkıyla tartışamayız.
Yrd. Doç. Dr., Ankara Üniversitesi