Google Play Store
App Store
Anamorfoz: Tezer’in özsüz anlatıları

Mert Tutucu

Tezer Özlü›nün 1978 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı ‘Eski Bahçe’yi oluşturan anlatılar daha sonra yayımlayacağı ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ (1980), ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’ (1984) gibi eserleriyle şekillenecek olan külliyatının genel anlamını tamamlayan bir yan tümcedir. Bunun yanı sıra Tezer Özlü›nün bu yan tümceleri (anlatıları) birer arkhaik yazı olarak da değerlendirilebilir. Jacques Derrida tarafından geliştirilen arkheyazı kavramı Batı felsefesinin dayandığı sözmerkezciliğin yapıbozuma uğratılma yöntemlerinden birini temsil eder. Arkheyazı, sözmerkezcilik tarafından dışlanan yazının bir différance olarak metafiziksel mevcudiyet fikrinin altını oymasına dayanır. Arkheyazı, gösteren ile gösterilenlerin anlamsal birlikteliğini yıkan, bu yönüyle aşkın bir hakikat tasavvurunu yerle bir eden, göstergelerin içini boşaltan ve anlamı göstergeler zincirinin kendi aralarında yer değiştirdiği bir oyuna çeviren düşünce sisteminin genel adıdır.

Tezer Özlü de yan tümcelerinde birer arkheyazı örneği sunarak anlamı bir oyuna çevirir. Anlam anlatıların sonunda noktalanmaz, diğer anlatılara sarkar. Bu sarkmalar sonucunda oluşan zincirde göstergeler sürekli olarak yer değiştirir. Böylece Tezer Özlü aşkın hakikat algısını, sabit anlamı yıkarken, okuyucunun kaygan bir zeminde düşe kalka ilerlemesini, hiçbir anlam durağında durup yerleşmemesini ister. Bu yüzden Tezer Özlü, okuru yerli yurtlu konumundan, güvenli alanından dışarı çıkarır ve onu bir konakçı konumuna getirir. Bir anlatının sonundan diğer anlatının başına kadar geçen milisaniye için okuyucu bir anlam doğrultusunda konaklar ancak yeni anlatıya sarkan eski anlatının ip-uçlarına tutuna tutuna satır aralıklarında gezerken -ki satır kelimesinin aynı zamanda kesici, doğrayıcı bir aleti imlemesi tesadüf müdür yoksa talihin bir oyunu mu? Ya her satır başı okuyucunun başına inen bir satırla ölümünü sembolize ediyorsa buna ne demelidir?- içine çekildiği metnin düzleminde bir göçebe olduğunun farkına varır.

Tezer Özlü zamanın linear yapısını kıran bir anlatı dili inşa eder. Geçirimsiz sınırlar tarafından belirlenmiş özneler yerine akışkan kimliklerden oluşur anlatıları. Kimse kendisi değil ve yine kimse kendisinden başka bir şey değildir. Kendi içinde herkesin içine hapsolmayı işaret eder. İnsan atsanız yere düşmez iğnelerle kaplıdır içi. Anlatılarında anne-baba ve nine birer leitmotiftir. Anne bir sığınma alanıyken baba bir çocuk ya da bir ölüdür. Böylece baba otorite figürü olmaktan çıkar. Anlatıcı hem babanın ölmesini ister hem de ondan ayrılmaktan korkar. Aslında bir oikos olarak hem babanın annesi olmayı hem de anneden ölü doğan bir babanın mekânı olmayı arzular. Tam da bu anda babanın annesi olan nine ölmeyen bir şey olarak karşımıza çıkar. Nine bir huzursuzluk sembolüdür çünkü o ölmezse yazar babasının annesi olamaz.

Anlatıcı kelimeleri kullanmaktan dolayı şikâyetçidir. Oysa vazgeçer mi lâl çocuklar kelimelerle düşünmekten? Anlatıcının bedeni kelimeleridir ve bu kelimeler üzerinde her an işleyen bir tahakkümden söz edilebilir. Bu tahakküm sebebiyle yazar kendisini anlatamaz. Toplumsal olan her tabakayla üzeri kaplanmış bir bireydir anlatıcı. İkincil, üçüncül deriler edinmiştir kendine. Tüm derileri kazısa altından kendisinin çıkacağından, tüm kelimeleri kazısa altından kendisini anlatacağı kelimelerin çıkacağından bile emin değildir. Bu yüzden kelimelerin dayandığı gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkilere savaş açar. Kelimeler ehlileştirilmiş bir dilin temsilleridir. Kelimeler üzerinden anlatıcıyı da ehlileştirmeye çalışmaktadırlar. Tımar edilmiş -kliniksel- bir dil verirler ona. Oysa onun istediği klinik dili değil kinik bir dildir. İyileştirilmek istemez çünkü iyileşmek onun için iyi-leş olmaktan başka bir şey değildir.

Tezer Özlü’nün anlatıları arkheyazıda bir yan tümce, Tezer Özlü ise dişil dilin tezenesi olarak özsüz anlatıların yaratıcısıdır. Sonuçta hiçbir son-uç yoktur Tezer Özlü›nün arkhaik yan tümcelerinde, uçsuz bucaksız bir so(ru)ndur yalnızca okurun elinden sarkan.