Anlatılan bizim hikâyemiz
BUKET ÜLGER
“Anlatmak hatırlamak;
hatırlamak da acı çekmektir.”
Elimden gelse her daire kapısına iliştirmek isteyeceğim bir kitap ‘Fresko Apartmanı’... Kimsenin karşı dairesinde oturanı bile tanımadığı, insanların birbirine selam vermekten kaçındığı bugünlerde apartman komşuluklarının sıcaklığına duyduğumuz özlemi anımsatıyor bizlere bu eser. Her şeye rağmen kutuplaşmadan, birbirimizi dışlamadan aynı masada buluşabildiğimiz hem bir o kadar yakın hem de bir o kadar uzak o güzel günleri...
Dumanı üstünde öykü kitabı ‘Fresko Apartmanı’, 2020 sonbaharında raflardaki yerini aldı. Yazarı Başak Baysallı başka öyküleriyle de adını duyurmuştu: ‘Ağıt’ isimli öyküsüyle 2018 yılında Nilüfer Belediyesi tarafından düzenlenen ‘Hayatın Emekçisi Sevgi Soysal Sempozyumu’nda ‘Yılın Yazarı’ ödülünü almıştı örneğin. Dünyanın sorunlarını kendi meselesi yapan, hassasiyetiyle en küçük olayları derinden hisseden Baysallı, ‘Fresko Apartmanı’nda bu özelliğini kanıtlar nitelikte kalemini ustalıkla kullanıyor.
İçinden çıktığı toplumdan etkilenmeyen eser neredeyse yok gibidir. Kendine ısrarla “apolitik” diyen bir eserde bile görürüz bu etkiyi. Ancak Baysallı ‘Fresko Apartmanı’nda bizi doğrudan bu topraklarda yaşanmış bir olaya götürüyor: 6-7 Eylül olaylarına... Aslında öyküde merak duygusu uyandıran merkez olay 6-7 Eylül gibi görünse de her dairede farklı bir acı karşılıyor bizi: Nadia ile yanıbaşımızdaki, Suriye’deki savaşı hatırlıyoruz mesela; Ali Turhan ile gazetecilerin bu memlekette yaşadığı sıkıntıları, İsmail ile emek sömürüsünü görüyoruz; Defne ile geçmişini bilmenin kıymetini anlıyoruz: Geçmişini bilememenin insanda yarattığı boşluğu ve huzursuzluğu tanıyoruz onunla, kendi köklerinin tarihini araştırması için İtalya’dan gelişini çok kıymetli buluyoruz bu sebeple. Her şeyi unuttuğumuz, dün söylenenin bugün inkar edildiği, hafızasızlaştırılmaya çalışıldığımız şu günlerde toplumsal bellek kavramının önemini hatırlatıyor bize Baysallı.
Ölüme adım adım yaklaştığını ve toprağın altında yeni bir dünya olmadığını bilse de bu dünyadan göçmeden sevdiklerine ‘yenidünya’ likörü yapan Ani, bize Nâzım Hikmet’in “Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin” dizesini anımsatıyor. Baysallı, edebiyat öğretmeni olmasını, edebiyat ile sıkı fıkılığını içki masasında karakterlerine şiirler söyleterek de gösteriyor ayrıca. Eserde sadece şiir yok üstelik: Resim sanatını, boyaları da genç âşık Bora ile görüyoruz.
Öykünün başından itibaren düzenlenecek akşam yemeği için her bir dairedeki telaşeyi izlerken bir yandan da karakterlerini bize tanıtıyor anlatıcımız: Her birini tek tek, usulca anlatıyor; birinden diğerine geçerken ustalıkla birleştiriyor her öyküyü... Akşam için terasta kurulacak sofra için meze yapımı anlatılıyor bir ara: Mezelerin bu topraklarda Ermeni ve Rum kültüründen geldiğini bilerek; ‘milli duyguları hassas’ olan İsmail’in elinden çıkması da tesadüf değil elbet. Ağzını her açışında Fresko sakinlerine küfürler yağdıran İsmail’in eski patronu, Karadenizli İsmail’in emeğini gasp etmekten imtina etmezken ona kapısını açan Kirkor ile bir dönüşüm yaşıyor İsmail, hissediyoruz. “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” bir kez daha sorguluyoruz böylelikle.
Yani Kuzguncuk’taki bu eski binada her bir sakinin farklı bir hikâyesi, her birinin başka bir acısı var. Onları aynı masada buluşturan da tam olarak bu işte: Unutamadıkları acıları. İlmek ilmek örülen karakterlerle birlikte emek emek kurulan içki sofrasına apartman sakinleri bir bir oturmaya başladığında, her birinin masada bir yeri olduğunu gördüğünüzde siz de o masaya kurulmak, o masanın bir parçası olmak istiyorsunuz bu samimi anlatım sayesinde.
Kriz durumunun ise dört gözle beklediğimiz akşam yemeğinde çözümlendiğini görüyoruz. Yazar bu topraklardaki en derin yaralardan biriyle vuruyor bizi. Vuruyor diyorum; çünkü Kirkor’un yaşamındaki parçaları birleştirdiğimizde onun nasıl bu kadar iyi kalabildiğine hayret ediyoruz takdirle. Yazarın her şeye rağmen umudunu kaybetmediğini de buradan anlıyoruz: İyiliği güzellemesi, farklıları aynı binada, aynı masada bir araya getirmesi bu umudu bize de aşılıyor. Öyküyü bitirirken inanmak istiyoruz: “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”[1]
[1] a.g.e., 110.