Annie Ernaux romanlarında insan ve tarihi
Annie Ernaux, insana dair yaşanmışlıkları zamanın sularına karışıp yok olmasına karşı bir koruma refleksi içinde kaleme alıyor. Zamanın acımasız, yok edici etkilerinden yazarak ne kurtarabilse kârmış gibi
NİLÜFER ALTUNKAYA
Annie Ernaux’un romanları geçen aylarda yeni çevirileriyle Can Yayınları’ndan çıktı. Kitapları daha önce de dilimize çevrilmiş olan yazarla ben, dilimize Siren İdemen tarafından çevrilen ‘Seneler’ adlı romanını okuyarak yeni tanışanlardanım.
Tarih ve roman, tarihsel roman adlı bir tür oluşturacak kadar iç içedir. Tarihi olayların atmosferinde kurgulanan romanlar, bu türe ait olarak sınıflandırılır genellikle. Ernaux ise bambaşka bir yöntemle kullanıyor tarihi, belgesel denebilecek kadar gerçekçi bir yaklaşımla dönemin atmosferinin sosyo-politik, siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmelerini aktarıyor. Kadın-erkek, birey-aile, çocuk-ebeveyn çatışmaları ekseninde insan ilişkilerinin geçirdiği aşamalar da bu tarihsel sürecin parçası haline geliyor. Roman, kurgusal olarak çok katmanlı bir yapı gösterirken anlatıcı biz dilini kullanarak bireysel bakış açısıyla toplumsal alana kaydırıyor okurun dikkatini. Geçmiş olarak adlandırılan zaman dilimi belleğin girdaplarında bambaşka kılıklarda dolaşırken eşyanın tarihi, insanın tarihine dönüşüyor ve sadece anlatıcının geçmişine değil, bir ülkenin tarihindeki dönemeçlere de tanık oluyoruz böylece.
Tanık olduğumuz bu tarihsel ve toplumsal alan içinde o kadar çok acı yaşanmış ve hiç yaşanmamışçasına unutulmuştur ki bu noktada toplumsal vicdanı sorgulamak kaçınılmaz olmuştur:
Savaştan bahsetmek kimsenin aklından geçmiyordu, Auschwitz’ten, toplama kamplarından, kapanmış bir dosya olarak görülen Cezayir meselesinden de; sadece Hiroşima ve nükleer gelecek. Geceleyin fundalıktan yükselen kokunun soluğunu taşıdığı yüzyılların köylülüğü ile bu 1973 Ağustosu’nun akşamı arasında hiçbir şey olmamıştı. (s.108)
‘Seneler’i okurken Fransa hakkında sahip olduğum bazı düşüncelerin derinden sarsıldığını fark ettim. Yoksulluğun, ayrımcılığın ve ötekileştirmenin boyutları hemen her toplumda nasıl da benziyor birbirine, diye düşünmeden edemedim. Taşralı olmanın, nasıl da aynı yabancılaşma süreçleriyle iç içe geçerek hemen her toplumda bireyin bütün yaşamında belirleyici izler bıraktığını eklemek gerekiyor. 'Erkeğin taşrasıyla, kadın ve çocuk olmanın taşrası arasındaki mesafenin ölçülebilmesi mümkün müdür acaba?’ diye yeni bir soru takılıyor mesela aklıma.
Hem teoride hem de pratikte feminizmin doğduğu topraklarda olan bitenlere içerden bakmak adına da son derece önemli bir roman ‘Seneler’:
“Gözler hiçbir zaman olmadığı kadar kadınların üzerindeydi, halleri, tavırları, zevkleri, arzuları, endişeli ve muzaffer bir ilgiye, sıkı tartışmalara konu oluyordu. “Her şeyi elde ettiler”, “her yerdeler” ve “okulda erkeklerden daha başarılılar” deniyordu. Her zaman olduğu gibi özgürleşmelerinin belirtileri bedenlerinde, cinsellik ve giyim kuşamlarındaki cüretkârlıkta aranıyordu. (…) Feminizm eşit olduklarından ve güçlerinden emin genç kadınların artık ihtiyaç duymayıp burun kıvırdığı, mizah duygusundan yoksun, miadını doldurmuş bir intikam ideolojisiydi.” (s. 160)
Babamın Yeri ve Yalın Tutku
‘Babamın Yeri’ ve ‘Yalın Tutku’ daha bireysel bir anlayışla yazılmış otobiyografik romanlar olarak ele alınabilir. Bu romanlarda yazar kendi geçmişinin yaralarına ışık tutarken öyle canlı bir atmosfer kuruyor ki, ailesinin ve yaşadığı çevrenin sosyo-kültürel yapısı hakkında da fikir vermiş oluyor. Yani anlatılan bireysel bir yaşantıyken toplumsal olandan ayrı düşünülemez hale geliyor yine.
‘Babamın Yeri’, öğretmen olan bir kız çocuğunun, ölümü üzerine babasının kendi varlığındaki izlerini sürmesini anlatıyor. Yazar, babasıyla ilgili anımsadıklarını yazıya geçirirken yaşadıklarını da romana katarak postmodern bir anlayışa göz kırpıyor:
“Yavaş yavaş yazıyorum. Bir hayatın bütün olgular ve seçimler bütünü içinden açıklayıcı örgüsünü ortaya çıkarmaya gayret ederken, git gide babamın kendine has yüzünü kaybettiğim hissine kapılıyorum. Taslak bütünü kaplarken fikirler alıp başını gitme eğiliminde. Tersine, anılardaki görüntülerin akmasına izin verdiğimde, olduğu gibi gözümün önüne geliyor yine, gülümseyişi, yürüyüşü, elimden tutup beni fuara götürüyor.” (s.30)
Geçmişin ayrıntılarıyla öyle yakından temas kuruyor ki yazar, insanın şimdide olan bedeninin geçmişle biçimlenen belleğinin bir devamı olarak var olabileceğini hissediyoruz. Annie Ernaux, insana dair yaşanmışlıkları zamanın sularına karışıp yok olmasına karşı bir koruma refleksi içinde kaleme alıyor. Zamanın acımasız, yok edici etkilerinden yazarak ne kurtarabilse kârmış gibi. Bu duygu o kadar güçlü ki belki de yazdıklarıyla insanı, hayat ve ölüm karşısındaki acizliğiyle yüzleştirdiği için bu kadar derin bir etki bırakıyor.
‘Yalın Tutku’ ise bir yasak aşkın romanı diyebiliriz. Yine ben bakış açısıyla yazılmış, aşk, haz ve acının dansına adanmış yoğun duyguların sarsıcı etkiler bıraktığı bir aşk romanı. Yaşanan duygular yine o kadar yalın ve gerçekçi şekilde anlatılıyor ki herkesin duygularına dönüşüveriyor. Yaşananları yazarken yazarın kendisiyle olan hesaplaşması bu romanda da anlatının bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.
İnsan değişir, dönüşür ve hayattan beklentileri de, sorduğu sorular da aradığı cevaplar da bu değişime tabidir:
“Çocukken benim için lüks, kürk mantolar, uzun elbiseler ve deniz kıyısındaki villalardı. Daha sonra bunun entelektüel bir yaşam sürmek olduğuna inandım. Şimdi bana öyle geliyor ki lüks aynı zamanda, bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir.” (s.51)
‘Seneler’, ‘Babamın Yeri’ ve ‘Yalın Tutku’, her biri defalarca okunmayı, üstünde düşünmeyi hak eden yol gösterici ve etkileyici romanlar. Böyle bir yazara kavuşmuş olmak beni çok mutlu etti, umarım siz de okur ve bu sevincimi paylaşırsınız…