Ülkemizde biz kadınların temsil hakkı, 87 yıl önce yasa karşısında teminat altına alınmıştı. 87 yıldır mücadele ediyoruz. Neden? Ne için? Demokrasi ve temsilde eşitliği sağlamak, eşit yurttaş olduğumuzu kâğıtta değil hayatta görmek, sesimizi duyurmak, yaşam hakkımızı korumak, güvenli kamusal alanlar, mahallelere kreşler, engelli dostu kentler, yeşil, çevreci, eşitlikçi politikalar için

Antidemokratik mevzuattan demokratik tutum beklenir mi?

GÜLİZAR BİÇER KARACA - TBMM Başkanvekili.

Bireyin aktif siyasi katılımını demokrasinin varlık koşullarından biri olarak tanımlayan Hans Kelsen; “özgür bireyin siyasi katılımının siyasi örgütlenmeler aracılığıyla gerçekleşebileceği olgusu” üzerinde durur. 

Bunu “Demokrasinin Doğası ve Değeri Üzerine” adlı eserinde; “demokrasi, ancak bireyler siyasi amaçlarına göre birleştikleri, üyelerinin ortak çıkarlarını temsil eden siyasi partiler bulunduğu sürece var olabilir.” teziyle savunur.

Evet; siyasi partiler, demokratik sistemlerin ana unsurlarının başında geliyor. 

Kelsen’in; etnik, dini ve sınıfsal farklılıklar temelinde örgütlenen grupların siyasi iradenin şekillenmesi sürecinde bir araya gelip bir uzlaşı olarak siyaseti belirlemelerini, demokrasinin gerçekçi uygulaması olarak gördüğünü yazıyor hukukçu Berke Özenç, “Demokrasi ve Anayasayı Korumak” adlı çalışmasında. Haklıdır…

Demokrasiyi tam anlamıyla yürüten bir sistem, kurulu düzenin yegâne aktörü iktidar partilerine ve Türkiye özelinde son 21 yıldır siyasi iktidara göre değil, karşıt görüşte ya da muhalefette kalan, iktidar tarafından ötekileştirilen, baskılanan siyasi parti ve yönelimlerin konumlanmasına göre ileriye taşınabilir. 

Bizde; iktidarın şekillendirilmesinde siyasi katılımı neredeyse “tali bir niteliğe indirgeyen” siyasi partilere ve seçim sistemine dair mevzuatın ilerici bir yöntemle yeniden ele alınması, tıkanmanın kronik hale geldiği demokrasimiz açısından çoğulcu bir dengenin yeniden kurulmasının öncülü olacağını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Berke Özenç’in, “Demokrasi ve Anayasayı Korumak” adlı çalışmasından öğrendiğimiz üzere; Kelsen, “siyasi partilerin anayasal güvenceye kavuşturulması gerektiğinin altını çizer. Fakat bu anayasal düzenlemelerde mutlaka, partiler içinde gelişmekte olan aristokratik ve otokratik eğilimleri dizginleyecek tedbirlere yer verilmelidir; çünkü radikal demokratik programlara sahip partilerde dahi güçlenen parti disiplininin yarattığı otoriter eğilimler, bireysel kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşmesine engel teşkil eder.”

Kelsen, doğru bir yerden bakıyor. Çünkü antidemokratik mevzuatın içinden demokratik bir tutum çıkması mümkün değil. Toplumun ihtiyaçları gibi beklentileri de günümüz mevzuat sisteminin önünde hareket ediyor. 

Bu gerçeğe kulak tıkayan ve rıza kültürüyle yoğrulan, hukuksuzluğu meşrulaştırarak “işine geldiğinde” mevzuata atıfta bulunup işine geldiğinde “yasa”nın kolunu kanadını kırmakta sakınca görmeyen karar alma mekanizmasındaki “mevzuat körü” yöneticilerin ve kanun yapıcıların/ koyucuların; toplum dinamiklerini, taleplerini yok saymak yerine; ancak içermeci, dahil edici, konunun tüm taraflarını kapsayıcı yöntemi şiar edinmeleri durumunda birinci sınıf demokrasi imkânından, inşasından ve demokrasinin bel kemiği siyasi partiler kanununu yeniden tahayyül etmekten söz edilebilir.

Halk iradesi üzerinde hiçbir otorite veya makamın olamayacağı kabulüyle tescillenmiş Türkiye Cumhuriyeti açısından; Atatürk’ün sağlığında Cumhuriyet Halk Fırkası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası denemelerine rağmen, Cumhuriyetin kuruluşundan 23 yıl sonra, 1946 yılında başlayan çok partili döneme geçişi ve sonrasındaki gelişmeleri ana hatlarıyla ele almaya çalışmak dahi bu yazı için oldukça uzun bir çabaya dönüşebileceği için, doğrudan günümüzdeki Siyasi Partiler Kanunu açısından güncel tespitlerde bulunmak ve bir anlamda kanunda var olan düzenlemenin yerine daha ideal olanı koymak ya da günümüzde ihtiyaç duyulan ve hatta güncel şartlar açısından zaruri olanı ikame etme çabasında olmak niyetiyle bir çerçeve çizmeye çalışacağım. 

Çok Partili Yaşam, Siyasi Partiler Yasası ve Arkası

Çok partili yaşama geçiş, seçime dair pratiğin bugünkü temellerinin atılması açısından milat niteliğindedir. 
1942’de 4320 Sayılı Mebus Seçimi Kanunu’nun çıkartılması ile başlayan süreç, 1946’da 4918 Sayılı Milletvekilleri Seçimi Kanunu ve ardından 1950’de 5545 Sayılı Milletvekilleri Seçimi Kanunu ile devam etti. Çok partili demokrasimizin ilk sınavı 1946 seçimlerinde verilmiş olsa da, ilk kez 1945 yılında Nuri Demirağ başkanlığında kurulan Milli Kalkınma Partisi, yeni dönemin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Demokrasimiz açısından önem taşıyan ilk seçimler 21 Temmuz 1946’da gerçekleştirildi.

Türkiye’nin çok partili yaşama geçişinin en önemli aktörlerinden birisi olan İsmet İnönü önderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi, 1950 seçimlerinde iktidarı Demokrat Parti’ye devretti. Ardından gelen 10 yıllık kesintisiz süreçte yaşananlar ise 27 Mayıs 1960 ihtilaline giden dönemi araladı. 1961 Anayasası ile başlayan yeni dönem, 1965 tarihli Siyasi Partiler Kanunu’nu da beraberinde getirecekti. Ve tarih tekerrür edecek, 1980 darbesinden hemen sonra 1983 yılında 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu, çerçevesi korunarak kaleme alınacak ve yayımlanarak yürürlüğe girecekti. Yürürlüğe girdiği andan itibaren her yasama döneminde ve neredeyse her yıl değişikliğe uğrayan kanun, bugün hâlâ Türk siyasal yaşamının ayrılmaz öznesi olan siyasi partilerin omurgasını oluşturan çerçeve metin görevini görmeye devam ediyor. 

Evet, Anayasa uyarınca siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları,( m.68/2) vatandaşlar siyasi parti kurma partilere girme ve partilerde çalışma hakkına sahip, ( m.68/1) siyasi partiler önceden izin almadan kurulurlar, (m.68/3) partilerin faaliyetleri parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur bu ilkelerin uygulanması kanunla düzenlenir.( m.69/1)

Peki; siyasi partiler anayasada tanımlandıkları biçimde temsili demokrasinin işleyişinde merkezi bir role sahip mi? Evet… Türkiye’de siyasi partiler bu işlevlerini yeterince yerine getiriyor mu? Tartışılır…

12 Eylül’ün siyasi partiler ile ilgili darbe hukuku, Max Weber ve Maurice Duverger’in tanımlamasıyla “pederşahi memur yönetimi” anlayışı ve uygulamasını hatırlatıyor. 

Tam da bu nedenle Türkiye kamuoyunun siyasi partilere yönelik bir güvensizlik ve hoşnutsuzluk içinde olduğunu söylemek abartılı olmaz.

 Siyasi partilerin üyeleri ile ilişkilerini zedeleyen 12 Eylül travmasını aşmanın en temel adımı ise, darbe hukukunun kararttığı parti içi demokrasinin işlerliğini sağlamak olmalı. 

Başka bir örnek vermek gerekirse; 1965’te kaleme alınan 648 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 13’üncü maddesinde, ana muhalefet partisi liderine; devlet protokolünde başbakandan, bakanlar kurulunun diğer üyelerinden sonra yer veriliyordu. 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nda bu hususa ilişkin bir düzenleme olmamasına rağmen, bugün Dışişleri Bakanlığı Protokol Genel Müdürlüğü tarafından düzenleniyor ve Cumhurbaşkanının onayına sunuluyor. Listede ana muhalefet partisi lideri 12’nci sıraya düşürülmüşken hemen önünde sırasıyla yükseköğretim kurulu başkanı, orgeneraller, kuvvet komutanları, genelkurmay başkanı ve bakanlar bulunuyor.

Açıkça söylemek gerekirse, dünya üzerinde 124 maddeden oluşan bir Siyasi Partiler Kanunu bulunmuyor. Darbe ürünü rejiminin sivil siyaseti baskılama gayesiyle kaleme aldığı, her detayı belirlemeye ve sınır çizmeye çalıştığı, yürürlükteki 40 yılını dolduran Siyasi Partiler Kanunu, partilerin kuruluş ve işleyişine dair temel sorunların demokratik ilke ve yöntemle çözülmesinin önünde en büyük engeldir.

Yapılan değişiklikler ise, Meclis iradesine hâkim olan iktidar dönemlerinde, partilerin ve demokratik düzenin işleyişine dair ortaya çıkan sorunları çözmek yerine, seçim matematiğinden üretilecek pragmatizmi sandığa yansıtmak üzerine bir kurgunun ürünü olmuş. 

12 Eylül rejiminin devamlılığını sağlamak üzerine oturtulan bu sistematik, bir süre sonra bu hareketin özünden doğan ve sözde ona karşı olan bir anlayışın da bugüne dair siyasal yaşama etki etmesine ve onu bütünüyle kontrol altına almasına da olanak sağlıyor. 

Demokratikleşme Önerisi: Ön Seçim ve Eşit Temsiliyet

Kadın ve gençlerin parti örgütlenmeleri ve yönetimlerinde yeterince yer edinememesi, erkek egemen bir siyasi anlayışın parti yönetimlerini şekillendirmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten politikaların üretilmemesi, karar alma mekanizmalarında kadınların yeterince yer alamaması ve eşit temsiliyetin dikkate alınmaması; siyasi partileri de “cinsiyet körü” hale getirmiş durumda. Bu eşitsizlik krizi; eril hukuk ve siyaset literatüründe görünür durumda ve siyasi partiler açısından kronik hale gelen sorunların da başında geliyor. Oysa eril tahakkümden sıyrılmış eşitlikçi bir hukuk anlayışıyla çözümlerin birlikte üretilmesi, önceliklendirilmesi elzem.

2022 yılında Ben Seçerim Derneği ve Konda tarafından ortaklaşa gerçekleştirilen “Türkiye’de Kadın Siyasetçilerin Durumu ve Beklentiler” araştırması sonuçlarına göre, toplumun yüzde 61’i siyasi partilerde zorunlu kadın kotası uygulanmasını istiyor. CHP, HDP ve İYİ Parti seçmeninin ise yüzde 80’den fazlasının siyasette daha fazla kadın olmasını desteklediği ortaya çıkıyor. Toplumsal talep, kadın ve gençlerin siyasette daha etkin şekilde yer alması yönündeyken siyasi partilerin merkez yönetimleri açısından bu beklentinin karşılandığını söylemek zor. Siyasi Partiler Yasası, salt bir yasal metin olarak ele alınmamalı, TBMM çatısı altındaki iktidar, ana muhalefet ve diğer muhalefet gruplarının ortak bir irade oluşturabileceği bir düzlemde ele alınarak çağın şartlarına göre revize edilmeli ve hatta yeniden yazılmalı. 

2020’de  bir grup toplantısındaki konuşmasında, önseçimin zorunlu hale getirilmesi ve barajın aşağı çekilmesi gibi düzenlemelerin yapılması gerektiğinin altını çizen Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, 2021 yılındaki bir mülakatta ise “Milletvekili adayını parti liderleri belirlememeli, adayları millet belirlemeli” şeklindeki ifadesiyle önseçimin bir zorunluluk haline getirilmesine ilişkin yasal düzenleme yapılması gerektiğini işaret etmiştir.

Bugün; somut ifadeler olarak “aktif-pasif” üyelik mekanizmasının çalıştırılmasıyla yapılacak önseçimin ve parti içinde yenilenmenin sistematik hale getirilmesinin aracı olacak “dönem kuralının” CHP tüzüğüne yer almasına ilişkin görüşler de parti içi demokrasinin irade beyanı, kararlılığı olarak okunmalıdır. 

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun kadın örgütlerinin önerileriyle hazırlanan ve 8 Mart’ta tüm CHP milletvekillerinin imzası ile meclise sunulan tasarının önemini ise şöyle anlatmıştı:

“Kadınlar soruyor: Neden biz siyasette yokuz? Neden siyaset erkek egemen işi? Daha önce 306 kadın örgütü ile çevrimiçi bir toplantı yaptık. Dediler ki cinsiyet kotasını %50 yapın. Kanun teklifini böyle verin. Ben de şimdi soruyorum: Peki siz bu kanun teklifine sahip çıkacak mısınız?” 

Evet, öyle de oldu. Kadınlar bu kanun teklifine sahip çıktı. Ama kadınların siyasette eşit temsilini sağlayabilmek için %50 cinsiyet kotası ve fermuar modeli ile kadınların seçilebilir yerden adaylaştırılmasını esas alan kanun teklifi, 30 Kasım’da Genel Kurul’da yapılan oylamada AKP ve MHP’nin oylarıyla reddedildi. O gün red oyu verenlerin yanında bugün İstanbul Sözleşmesini ve 6284’ü, Medeni Kanunu hedef alan HÜDA-PAR ve Yeniden Refah da saf tutuyor.

Kadınların siyasette eşit temsili için emek veren KA-DER’in Başkanı Nuray Karaoğlu’nun o günkü sözleri ise, mücadeleye yönelik kararlılığın göstergesi:

“Ülkemizde biz kadınların temsil hakkı, 87 yıl önce yasa karşısında teminat altına alınmıştı. 87 yıldır mücadele ediyoruz. Neden? Ne için? Demokrasi ve temsilde eşitliği sağlamak, eşit yurttaş olduğumuzu kâğıtta değil hayatta görmek, sesimizi duyurmak, yaşam hakkımızı korumak, güvenli kamusal alanlar, mahallelere kreşler, engelli dostu kentler, yeşil, çevreci, eşitlikçi politikalar için… Tüm bu haklı talepler eril zihniyetle yan yana gelip neden görmezden gelinir? Bugün TBMM’de temsilde eşitlik adına oy kullanıldı ve biz kadınlar bir kez daha anladık ki Mecliste de olsa bu ayrımcı zihniyetin cinsiyeti yoktu; ama biliyoruz ki gelecek seçim bizim… oylarımız da bizim!”

Bitirirken yine Kelsen’i hatırlayalım. Siyasi Partiler Yasası’nın özünden kaynaklanan kronik sorunlar, siyasi parti yönetimlerinin, iktidarların tutumu ve inisiyatifine bırakılamayacak kadar önemli. Partiler ve kişiler üstü bir iradeyle ve çok yönlü anlayışla, disiplinlerarası ele alınarak somut adımlar atılması ise bugünün şartlarında sadece hukuk disiplininden, alanından uzmanların ve barolar dahil meslek odalarının sorunu değil. Başta siyasi partiler olmak üzere birey-devlet ve topluma dair disiplinlerin ve karar vericiler ile uzmanlıkların geniş yelpazesinde yeniden bir araya gelmesiyle mümkün olacak bir inşa sürecidir.

Demokratik bir düzenin sağlıklı işlemesi, yalnızca siyasi partilerin yönetim mekanizmalarının demokratikleşmesi ve tabana yayılması konusu ile sınırlı görülürse bu kısırdöngü sürecektir.

Demokrasinin sandıktan, siyasi partilerin liderlerden, siyasetin oy vermekten ibaret olmadığını bizlere her seçim sonrasında hatırlatan tüm sonuç ve analizler de gösteriyor ki; yargı reformu paketleri altında “sözde reform”larla, “pansuman” yasa teklifleriyle, tek adam rejimi dayatmalarıyla, “göstermelik” üstünlerin hukuku çalışmalarıyla, hukuk katliamı ve adalet suikastıyla devam edebilme imkânı yok. Seçim sistemine dair mevzuatta da esaslı değişiklikleri de içeren demokratik, laik bir sosyal devlet anlayışını baki kılma kararlılığıyla bütüncül ele alınacak bir yenilikçi-devrimci tutum; “hak, hukuk, adalet” anlayışından vazgeçmeden, bir arada yaşama kültürünü de besleyerek toplumun yüzünü güldürebilecektir.