Apartheid rejimi soykırıma giderken Filistin ve dünyamız

Cangül Örnek - Akademisyen

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı tüm şiddetiyle sürerken soğukkanlı satırlar yazmak çok zor. Ne aldığımız eğitim ne de ihtisasını yaptığımız konular bize, 2 milyonluk koca bir hapishanede yaşama deneyiminin ve de şimdi dünyanın gözü önünde yok edilmenin nasıl bir şey olduğunu anlatıyor. Bugün etnik temizlikle karşı karşıya olan Filistinlileri en iyi anlayanlar, Holokost’tan kurtulanlar veya aile fertlerini Holokost’ta kaybedenler olmalı. 

Holokost’tan 5 aylık bir bebekken kurtulan, büyükannesini ve büyükbabasını Auschwitz’te kaybeden Gabor Maté, son gelişmeler üzerine yaptığı açıklamada Birinci İntifada sırasında işgal edilen topraklara yaptığı ziyaret hakkında şunları söyledi:

“İki hafta boyunca her gün gördüklerim karşısında ağladım. İşgalin acımasızlığı, küçük tacizler, ölüm saçan aşırılık, Filistinlilerin zeytinliklerinin kesilmesi, su verilmemesi, aşağılanmalar… bunlar devam etti ve şimdiyse o zamandan çok daha kötü.” Maté’ye göre bu, 20. ve 21. yüzyıldaki en uzun etnik temizlik operasyonu. Bir sonraki kuşaktan İsrailli tarihçi Ilan Pappé’nin Harici’den Erman Çete’ye verdiği söyleşide belirttiği gibi, İsrail’in kontrolü altında yaşayan halkın yarısının hiçbir temel ve medeni hakkı yok. Bu nedenle İsrail “hakiki bir Apartheid devleti”. 

Adını ne koyarsanız koyun İsrail’in Filistin politikası süreklileşmiş bir şiddet rejimi üzerinde yükseliyor. Dolayısıyla İsrail-Filistin sorununda şiddet sadece olgusal değil aynı zamanda yapısal. Evinden çıkarılmak, tarlanın ortasına dikenli tel örülmesi, zeytin ağaçlarının kesilmesini izlemek, balıkçı ağlarının parçalanması, sınır kapılarında dövülmek, aşağılanmak; kısacası insan yerine konulmamak ama aynı zamanda İsrailli yerleşimci tarafından köyünde otururken vurulmak, çocuklarının keskin nişancılar tarafından vurularak öldürülmesi ve tüm bunların sürekliliği, şiddet rejiminin bileşenleri. Bu rejimin bir karşı şiddet üretmemesini beklemek ya da bu şiddetin sterilliğini istemek ve bunu göremeyince sürekli şiddet rejimi altında yaşayanları şiddetin esas faili ile eşitlemek zannedildiğinin aksine ne ahlaki ne de insani. Üstelik olayların anlaşılmasını engellediği ölçüde siyasi aklı felç ediyor. 

Ne ilk, ne kör 

Filistinliler 7 Ekimde de öncesinde de silahlı mücadele ile kurtuluşu sağlayacakları rüyası görmüyorlardı. Pappé, Filistinlilerin bu yolla mevcudiyetlerini ve dirençlerini güçlendirmeye çalıştıklarını söylüyor. Bu doğru ama bu kadarıyla sınırlı değil. Filistin’de yürütülen silahlı direniş, aynı zamanda dünya kamuoyuna seslerini duyurmanın bir yolu. Denenen başka yollar ise, ortaya daha barışçıl bir tablo çıkarmadı. 

Filistinliler 2018 yılının ayından 2019 yılının Aralık ayına kadar her Cuma günü İsrail sınırına giderek mültecilerin geri dönüşünü ve Gazze’ye uygulanan ablukanın sona erdirilmesini talep ettiler. Geri Dönüş İçin Büyük Yürüyüş (the Great March of Return) olarak adlandırılan bu eylemler dizisinin ilkine 30 bin Filistinli katıldı. Gösteriler sırasında silahsız 223 (kimi kaynaklara göre ise 295) Filistinli öldürüldü, 10 bini aşkın Filistinli yaralandı. İsrail’in uyguladığı terör BM Genel Kurulu’nda kınandı ama Güvenlik Konseyi’nde ABD vetosu İsrail’i korudu. BM İnsan Hakları Konseyi tarafından görevlendirilen özel komisyon, yaptığı incelemenin ardından İsrail’in savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlediği kanaatine vardı ve sorumluların yargılanmasını istedi. Tabii ki, işlenen suçlar cezasız kaldı. 

Böylece kimilerince Mahatma Gandhi tarzı sivil itaatsizlik, kimilerince Martin Luther King tarzı sivil haklar eylemlerine benzetilen eylemlere İsrail’in verdiği yanıt, Filistinli çocukların İsrailli keskin nişancılar tarafından başlarından vurulması oldu. Sonuç olarak yakın tarihte yapılan en kitlesel, en uzun ve en çok ses getiren Gazze protestoları Filistinlilere karşı işlenen insanlık dışı suçların cezasız kalmasıyla sonuçlandı. Batı kayıtsızdı ama kayıtsız kalan sadece Batı değildi. 

Bu olayların üzerinden 1 yıl geçmemişken Ortadoğu’da yeni bir dönem başlattığı ileri sürülen İbrahim Anlaşmaları imzalandı. Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile İsrail arasında imzalanan bu anlaşmalar ile ilişkiler normalleşme sürecine girdi. Süreç daha sonra Fas ve Sudan’a uzandı. Bu yakınlaşma, Mısır ve Ürdün’ü de İsrail’le ilişkilerini geliştirmeye sevk ederken İsrail ile Suudi Arabistan ve Katar arasında da normalleşme adımları konuşulmaya başlandı. 

Ancak 7 Ekimdeki operasyon, İbrahim Anlaşmalarıyla başlayan süreçte İsrail’le ilişkilerini yoluna sokan Arap devletlerinin, Filistinlileri hiçe saymaları karşısında, bu normal olmayan normalleşme ortamını bombalamış oldu. 

Demokrasiler mi? 

İsrail, Gazze saldırısını uluslararası hukuku açıkça çiğneyeceğini ifade eden resmî açıklamalarla başlattı. Açıklamaların ardından 2 milyondan fazla insanı aç ve susuz bırakan İsrail Gazze’yi havadan bombalanmaya başladı, BM yardım görevlilerini öldürdü. Dahası yasak olmasına rağmen yerleşim yerlerine, hastanelere fosfor bombası atıldığına dair görüntüler aleni olarak paylaşılır oldu. Bu suçlar ilan edilerek işlenirken, örneğin AB kurumlarının sözcüleri İsrail’e tam destek açıklaması yaptılar. İngiltere’de İşçi Partisi lideri, İsrail’in “kendini savunma hakkı” olduğundan söz etti. Ülkesi Filistin bayrağı taşıyanları gözaltına almaya başladı. Fransa ve Almanya, Filistin’e destek eylemlerini yasakladı. Üstelik bu hukuksuzluğa imza atmak, Almanya’da iktidar koltuğunda oturan “ifade özgürlüğü şampiyonu” Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonuna nasip oldu. 

Kimileri Avrupa’nın Holokost nedeniyle hissettiği suçluluğun, bugün Avrupa’yı İsrail’in dahil olduğu herhangi bir hukuksuzluk karşısında sessiz kalmaya ittiğini söylüyor. Halbuki savaştan sonra de-Nazifikasyon sürecini sonuna kadar götürmeyenler başta ABD olmak üzere aynı Batı’ydı. Özellikle kullanışlı Nazilere aynı ülkeler tarafından yeni görevler verildi. Son Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında yaşanan gelişmelerin gösterdiği gibi, Avrupa’daki iktidarlar Nazileri ya da Doğu Avrupa’da, Rusya’da pogromlar yapan faşistleri zannedildiği kadar gayrimeşru görmüyorlar. Bunun son açık örneği, Kanada parlamentosunun II. Dünya Savaşı sırasında Sovyetlere karşı savaşan Nazilerden birini ayakta alkışlamasıydı. Bütün bunlar düşünüldüğünde, Holokost’tan kaynaklanan suçluluk psikolojisinin Avrupa’yı İsrail karşısında müsamahakâr kıldığını söylemek doğru görünmüyor. Peki, o zaman Avrupa’nın savaş suçlarına arka çıkmasını nasıl açıklayacağız? 

Özellikle son yıllarda gördüğümüz Avrupa tablosu bize yeni şeyler söylüyor. Her şeyden önce, iktidarda kimin oturduğundan bağımsız olarak Avrupalı güçlerin politikalarını aşırı sağ politikalardan ayırmak artık daha zor. Öyleyse, Filistin’de kameralar önünde bu düzeyde ağır savaş suçları işlenmesine vize veren ülkelerden artık rahatlıkla “demokrasiler” diye bahsedilebilir mi? Onların karşısına “otoriter” diye nitelenen ülkeler konarak bu iki grup arasında bir ikilik olduğu ileri sürülebilir mi? Bu soruyu sormamızı gerektirecek pek çok gelişme yaşadık. Göç politikası bunlardan biriydi. Ama belki hiçbiri bugün Filistinlilere yapılanlar kadar ağır değildi. O yüzden Filistin sorunu bir kez daha sadece Filistin sorunu değil. Ama önceliğimiz Filistin için seslerin tüm dünyada yükseltilmesi.