‘Arkadaş Cafe’ Altınoluk’ta, Uğur Mumcu Parkı’nın karşısında bir sahil kahvesi. Dışarıdan bakıldığında sahil boyunca uzanan diğer yerlerden...

‘Arkadaş Cafe’ Altınoluk’ta, Uğur Mumcu Parkı’nın karşısında bir sahil kahvesi. Dışarıdan bakıldığında sahil boyunca uzanan diğer yerlerden çok da bir farkı olmayan bir yer gibi gözükse de içine girdiğinizde adına yakışan ortamıyla ve o ortamda yakalayabileceğiniz dost sohbetleriyle diğerlerinden ayrılıyor. Emekliler, öğrenciler, gençler, yaşlılar, sevgililer, simitçiler ve  sokak kedileri yaz aylarında buranın sadık misafirleri. Diğer mevsimlerde ise sadece sakinlik, huzur arayanların ve mekana bağlılıklarıyla bilinen sokak kedilerinin yeri oluyor. Burası, annemle, hayatımızdaki erkekleri bir süreliğine uzak şehirlerde bırakıp, baş başa geçirdiğimiz günlerin de şahidi aynı zamanda. Kavurucu güneşin altında, uzun süren saatler boyunca çalışan, sıcak kumlarda bir sağa bir sola koşturup başına dönmemesini öğretmiş kafe çalışanı her zaman güleryüzlü ve canayakın. Nasıl oluyorsa da tatil yapanlardan bile daha enerji dolu.
Her zaman olduğu gibi her Türkiye’ye dönüşümde sayısız hikâyeler sığdırıyorum valizime. Gürültüden uzak, dalga seslerine yakın olmak istediğimiz bir akşam -diğer akşamlar olduğu gibi- yolumuz yeniden ‘Arkadaş Cafe’ye düştü. Kaz Dağı; binlerce yıl öncesinden gelen bir adıyla da İda Dağıyla deniz arasında bulunan bu yerde, yıldızların altında, çakıl taşların üzerinde uzun bir masa kurulmuştu. Belli ki bir özel an daha burada paylaşılacaktı. Çiçekler, şaraplar ve rakılarla, en güzeli de kahkahalarla, arkadaşlarla ve akrabalarla süslemişlerdi çevresini. Beyaz, uzun saçlı bir adam gitar çalıp şarkılar söylüyordu. Yumuşaktı sesi. İda’ya kadar taşıdı belki de rüzgâr sesini. Ne kadar dans edip eğlendilerse, o kadar da duygulandılar şarkılarla. Onlarla birlikte mumlar da ılık rüzgârda dans ediyor gibilerdi. Tam masanın ortasında yerini almış siyah saçlı, güleryüzlü bir kadının doğum günü için bir araya gelmişlerdi. Belki şarkılarına, eğlencelerine musallat olduğumuzu fark ettiğinden belki de sadece içinden geldiği için elleriyle yaptığı doğum günü pastasından birkaç dilim getirdi bize. Yakın bir zamanda eşini kaybetmiş. Gitar çalıp şarkı söyleyen yumuşak sesli, beyaz, uzun saçlı adam eşinin kardeşiymiş. Sırf bu özel gün için çıkıp gelmiş gitarı ve şarkılarıyla. Bize hüzünlü gelen bu hikâyeyi gülümseyerek anlattı ve masaya geri döndü. Bize anlatamayacağı bir şeyi hissediyordu belki de. Eşinin boş sandalyelerin birinde oturmuş, onları büyük bir mutlulukla izlediğini biliyor, şarkılara eşlik ettiğini duyuyordu. Pasta ikramından yüz bulup bir şarkı seçtik doğum günü için. Ölmüş adamın kardeşi bu isteğimizi duyunca, hediye şarkının sözlerine gönülden katılıyormuşçasına gözlerini kapatıp gülümsedi, sandalyesini hafifçe çevirip söylemeye başladı şarkıyı.
Biz o geceyi orada, o şarkıyla sonlandırdık. Bir dalga vurdu sahile, bir yıldız kaydı. Sesler silindi yavaşça, görüntüler bulanıklaştı. Onları onlarla baş başa bıraktık. Ama bütün gece boyunca şarkıyı mırıldanıp durduk.
“Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni
Doğarken ağladı insan bu son olsun bu son”