H1N1 salgınıyla ilgili olarak bazı kesimler Sağlık Bakanlığı’nın ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) tehlikeyi abartıp ilaç firmalarından

H1N1 salgınıyla ilgili olarak bazı kesimler Sağlık Bakanlığı’nın ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) tehlikeyi abartıp ilaç firmalarından gereğinden fazla stok alınmasına yol açtıkları ve böylece çokuluslu ilaç firmalarına haksız çıkar sağladıkları suçlamasında bulunmuşlardı. Bu sadece bizim ülkemizde görülen bir durum değil, benzeri eleştiriler başka ülkelerde de dile getiriliyor.
• • •
Geçtiğimiz haftalardaki yazılarımda DSÖ ve Sağlık Bakanlığı’nın yanlış bir abartma içinde olduğunu düşünmediğimi belirtmiştim. Çünkü, salgının nasıl bir gelişim içinde olacağı bilinmediğinden, salgın sarmalını engellemenin tek yolu nüfusun önemli bir bölümünü aşılamaktan geçmekteydi. Ayrıca bazı kronik hastalıklara sahip olan kişilerin, riski azaltmak için mutlaka aşılanması gerekiyordu.
Bu konuda Sağlık Bakanlığı’ndan geçtiğimiz salı günü gelen basın bildirisinde ülkemizde hayatını kaybeden 627 kişinin yüzde 35’inin, H1N1 virüsüyle karşılaşana kadar hiçbir kronik hastalığı olmayan sağlıklı kişiler olduguna değinilerek şöyle deniliyor: “Hastalığın düşüş eğilimi, vatandaşlarımızı aşılanmanın önemi konusunda rehavete düşürmemelidir. Aşılanma hastalıktan korunmanın en etkili yoludur. Özellikle gebe, lohusa ve kronik hastalığı olanların aşılarını daha fazla gecikmeksizin yaptırmaları önemlidir. Aşı uygulaması, aile hekimlikleri, sağlık ocakları ve hastanelerimizde ücretsiz olarak devam etmektedir.” Açıklamada “ciddi yumurta alerjisi”ne sahip olanlar için hücre kültüründe üretilmiş aşının da uygulamaya başlanacağı bildiriliyor.
• • •
Oysa konunun asıl ilginç yönü, gelişmekte olan ülkelerin önde gelenlerinin aşı üretimini kendileri yaparken, bu ülkelerle her alanda boy ölçüşebilecek Türkiye’nin neden aşı üretimine girmediğidir. Son yazıma gelen yorumlar içerisinde iki okurumuzdan gelen bilgiler bu konuda önemli ipuçları veriyor. Osmanlı’da uygulanan çiçek aşısının, bu topraklardan İngiltere’ye sonradan taşındığı biliniyor.
Genç Cumhuriyet yönetimi de bu konuya önem vererek, 1928 yılında Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi’ni kurdu. Türkiye’de 1931 yılında BCG (verem) aşısı, 1937 yılında kuduz serumu, 1942 yılında tifüs aşısı, 1948 yılında boğmaca aşısı, 1950’de grip aşısı üretilmeye başlandı. Daha önce bu gazete yazarlarından olan Bologna Üniversitesi’nden Emrah Altındiş, gönderdiği e-postada gelişmeleri şöyle yorumluyor: “Neoliberal politikaların etkisi ile 1990’lı yıllarda süreç tersine döndü ve 1996 yılında difteri-boğmaca-tetanoz ve 1998 yılında da BCG aşısı üretiminin durdurulması ile insan hastalıklarına karşı aşı üretimi tamamen sona erdi.” Altındiş, 2008 yılında yaşanan Kuş Gribi salgınına karşı aşı üretimini yapabilecek olan Manisa Tavuk Aşıları Üretim ve Araştırma Enstitüsü’nün de hükümet tarafından kapatıldığına işaret ediyor.
• • •
Bir başka okurumuz da gönderdiği e-postayla dikkatimizi Aksiyon dergisinden Nursel Dilek’in 11 Ocak 2010’daki başarılı haberine dikkatimizi çekmiş. Haberde BCG aşısının durdurulmasıyla ilgili bir rivayet şöyle aktarılıyor: “Diyarbakır İl Sağlık Müdürlüğü’nde çalışan bir görevli 9 günlük bayram tatiline çıkarken elektrik tasarrufu yapmak amacıyla buzdolabının fişini çıkarmış, içinde Türkiye’nin belki de son ürettiği aşıları unutarak. Tatil dönüşü, dolaptaki aşıların bozulup bozulmadığını anlamak için numuneler Hıfzıssıhha’ya gönderilmiş. Yapılan incelemede nem miktarı fazla çıktığı gerekçesiyle üretime izin verilmemiş. Medyada da ‘Hıfzıssıhha’nın bozuk aşıları Kürtler üzerinde deneniyor’ gibi asılsız haberler çıkmış. Ardından aşılar imha edilerek laboratuvarlar kapatılmış.”
Buyurun size bir başka Devrim arabası örneği. Neden hep Türkiye’nin başına ileri teknolojilere geçiş yapabilecek girişimler söz konusu olduğunda böylesi traji-komik olaylar geliyor ve medyanın haberleri dolayımıyla son nokta konuyor? Yoksa bizim medyamız, aslında bizim değil, başkalarının mı? Düşünmekte yarar var. Devam edeceğiz.