Asıl eğitilmeye muhtaç olan erkekler
Nilgün ÇELİK
Erendiz Atasü sadece bugünü değil bugüne nasıl geldiğimizi kadının günden güne siyasetin içinde / çalkantısında nasıl savrulduğunu anlatıyor.
Bu denli uzun süreci kapsayan ve ülkemizin hâlâ çözülmemiş, istediğimiz refaha ulaşmamış kadın sorunlarını yazmak, kitaplaştırmak sizin için nasıl bir süreçti?
25 yaşında yani elli küsur yıl önce yazmaya başladığımda itici güç kendimi ve yakınımdaki kadınları anlama, çözümleme çabasıydı. Kadın özgürlüğü, kadınların bastırılmışlığı ve ezilmeleri, aşağılanmaları üstüne bugüne dek sayısız makale, gazete yazısı, deneme yazmışımdır. Hikayelerimin ve romanlarımın çoğu bu konu çevresinde dönmüştür. Konumuz olan kitabı ise pandemi sürecinde, kitaplarımla baş başa yaşarken yazdım. Süreç kuramsal düşünce için elverişli idi; ve düşüncelerimi, konunun başat eserlerini vermiş Engels, Babel, Malinowski, S.de Beavoir, Betty Friedan gibi sıra dışı düşünce insanlarının mihenk taşında tartma imkanı buluyordum.
Kitabınızın başında kadını köleliğe mahkûm eden, onun insanı tüm haklarının erkeğin eline teslim eden durumu “fiilen mülkiyet olgusu ve onun psikolojik uzantısı” diye özetliyorsunuz. Erkeğin kadın üzerindeki baskısını psikolojik olarak ele aldığımızda bunu değiştirmek yine biz kadınlara düşmüyor mu? Anne olarak. Bunu anneler sizce başarabilir mi?
Meselenin püf noktası elbette mülkiyet ve mülkiyet duygusu. Mülkiyet ve sahip olma isteğiyle kadınlık durumunun ilişkisi zaten Engels’in çözümlemesindeki ana noktalardan biri. Ancak bu işin bir ön basamağı olmalı. Yani erkeğe ne oldu da mülkiyeti icat etti? Antropologlara ve onlara dayanan feministlere kulak verirsek, gücü gücü yetene kör döğüşünde kas gücü üstün olan erkekler arasında kimin kılıcı, baltası daha keskin ise kavgayı o kazandı, toprağa el koydu, üstünde yaşayanları köleleştirdi, yani canlı mal haline indirgedi. Galiplere biz ‘’bey, ağa’’ dedik, Avrupa ‘’lord, kont, prens’’, dedi, Japonlar ‘’şogun’’ dedi. İki yüzlü cinsel ahlak kadın bedenini ‘’mülk’’ olarak erkeğe teslim etti.
Anne elbette etkili, ama bir yere kadar; toplumu sarmış bütün bir ‘’erkeklik kültürü’’ karşısında, yalıtılmış aile düzeninde tek bir kadın?... ‘’Aydınlanma’’ düşüncesinin ve laikliğin topluma yerleşmesi; yaşam pratiğinde devletin ve işverenin konuyla ilgili sorumluluk alması, vs gibi hususlar gerekli. Asıl eğitilmeye muhtaç olan, erkekler. Kitapta böyle bir bölüm var.
1990’dan bugüne neoliberalizmin şiddetlendiğini ve feministlerin kadınları savunamadıklarından bahsediyorsunuz. Sizce feministler nerelerde eksik ya da yanlış yapıyorlar?
Tam öyle demiyorum. Feministleri suçlamak haksızlık olur. Yanlış, onlara has değil. Kadın hakları ve özgürlükleri savunucularının yani ataerkilliğin ‘’kurulu düzen’’ ile mücadele edenlerin birçoğu, pek çok sosyal ve siyasal bilimci ile aynı yanlışa düştü; “Neoliberalizm”in sahte ‘’özgürlük’’ vaadine kandı. ‘’Sosyalist feminist’’ler bu masala inanmadılar. ABD’nin patronu olduğu ‘’yeni dünya düzeni’’nde kadınların perişan duruma düştüğünü görenler, feminist iktisatçılardır. Neoliberalizmin öteki yüzünün ‘’yoksulluğun kadınlaşması’’ anlamına geldiğini gören ve bu kavramı literatüre sokan, onlardır; feministlerdir.