Mona Chollet kadın ve erkek arasındaki bilinçli, sistematik ayrımcılıkları ortaya koyarken, erkeklerin ürettiği fantezilerin heteroseksüel ilişkiyi esir almasını sorunsallaştırıyor. Chollet'ye göre, ataerkil kültürün ürettiği fanteziler kadını kimliğinden uzaklaştırıyor ve baskılıyor

'Aşk' yeniden icat edilir mi?

İlke Kamar 

Mona Chollet, Türkçeye ilk çevrilen kitabı Bugünün Cadıları/Kadınların Yenilmez Gücü’nde, 15’inci yüzyıldan 18’inci yüzyılın sonlarına kadar gerçekleşen cadı avının bugünkü dünyayı nasıl biçimlendirdiğine dikkat çekmekteydi. Chollet, baskılara direnen kadınlardan örnekler vererek, günümüzde, erkek egemen sisteme başkaldıran kadınların cadılıkla suçlandığını söylüyordu. Dahası cadı diye korkulan kadınların ruhunun nasıl sakatladığını, kadının şeytan gibi gösterilmesiyle fiziksel iğrenme kodlarının da inşa edildiğini ortaya koyuyordu. 

Yazar bu kez ise, “Aşkı Yeniden İcat Etmek; Patriyarka Heteroseksüel İlişkileri Nasıl Sabote Ediyor ?” isimli kitabıyla okurla buluştu. Z. Hazal Louze çevirisiyle, İletişim Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde  yayımlan kitap, temelde heteroseksüel aşkı tartışmaya açıyor. Kitabın en ilgi çekici tarafı ise yazarın anlaşılır bir üslupla metnini oluştururken çok sayıda akademik ve kültürel referansı kullanma gücü. Varsayımları, değerlendirmeleri ve çıkarımları her zaman tartışmaya açık olsa da ele aldığı konu ile ilgili sayısız referansı okuyucuya sunması çalışmayı özel kılıyor. Kitaplar, makaleler, filmler, diziler hatta popüler çiftlerin ilişkileri de Mona Chollet’nin ‘kaynakçasını’ oluşturuyor.  

Ataerkil kodlar 

Dili buyurgan olmasa da kendi tezini savunmak için her türlü bilgiyi ve belgeyi okuyucuyla paylaşıyor. Ona göre heteroseksüel aşkın sorunlu olmasının temel nedeni ataerkil kodlardan başkası değil. Bu yüzden de yazar, heteroseksüel ilişkileri zehirleyen güç mücadeleleri ve ataerkil yapının yarattığı tahakküm ilişkilerini gösterme üzerine odaklanıyor çalışmasında.  Tüm bu çabayı ortaya koymasının yanı sıra kitabı yazmasının nedeni ise, aşkın bir sığınak olduğu mitini yapıbozuma uğratarak, heteroseksüel aşkı yeniden inşa etme, yaşanabilir hale getirme uğraşı demek mümkün. Ama itirazlarını da elden bırakmadan kendi hazzımızın kaynaklarını keşfetmeye çağırıyor bizi: 

“Aşktan eşsiz bir diyar, bir vaha, bir mabet gibi bahsetmeyi çok isterdim. Ancak gittikçe, önüme çıkan bir engele daha çok takılıyorum. İster isyan ettiren baskıcı durumlar, ister trajik olmasa da korkunç bir şekilde öfkelendiren anlaşmazlıklar olsun, toplumda, çevremde veya kendi hayatımda gözlemlediğim bin çeşit hal, heteroseksüel aşk konusunu tümüyle ele alma istediğini içimde büyütüyor. Ergenliğim boyunca, filmler veya romanlar tarafında sunulan peri masalı algısını bana sorgulatan hiçbir şey olmadı ve eşitsizliklerin, tahakkümün, şiddetin duygusal hayatımızda var olmadığı yanılsamasını uzun bir süre boyunca beslediğimi de düşünüyorum. Tüm bunlara hem bazı en derin hırslarımızın olduğu alanlar hem de en savunmasız olduğumuz alanlar dâhil olmak üzere, her daim katlanmak zorunda kaldığımızı anlamak çok kaygı verici ve sarsıcı oluyor.” 

Toplumsal temsillerin kuşatması 

Yazar ilk bölümden itibaren aşk üzerine ve heteroseksüel ilişkilere dair kalıplaşmış tezleri eleştirirken, mevcut durumun gerçekliğini ortaya koymaya çalışıyor. Estetik bahanelerle kadınların gücüne uygulanan sansüre, aşağılayan kültürel üretime, heteroseksüel ilişkilerdeki hiyerarşiye odaklanıyor. Ve toplumsal gerçekliğin kuşatmasının, özneyi sorunlu temsillerle nasıl katmanlaştırıldığı etrafında işliyor meseleyi. Bu kuşatmanın kadınların bedenlerinde yarattığı olumsuz etkiyi ve sonuçlarını da görmemizi sağlıyor. 

Örneğin kadınların cinsel ve çekici beden imgelerinin üretimini de yine ataerkil kodlara bağlıyor. Kadınlar genç, güzel ve küçük olmalılar. Erkekte endişe yaratmamak için fiziksel olarak fazla yer kaplamalarına da gerek yok. Bu yüzden kas yapmaları bile sakıncalıdır. Nihayetinde ‘erkeksi kadınlar’ tehlikelidir. Bu yaklaşım ‘değer ölçütlerde’ de kendini gösteriyor ona göre. Kadınların değerini ne kadar genç oldukları belirlerken, erkeklerin çekiciliğinin ise yaş ve fiziksel görünümün dışında toplumsal konumları temsil eder. Chollet ’ye göre eril çekicilik kriterleri, neredeyse toplumun tümünde arzu ve fanteziler üzerinde dahi etkili. 

Kadın düşmanlığı ve ırkçılık 

Kitapta ırkçılıkla cinsiyetçilik arasındaki ilişki de yazarın ele aldığı konulardan bir diğeri. Yazar, bu bölümde Asyalı kadınların çifte kadınsılaştırılması konusuna değinirken mahcup, sakin, itaatkâr, özleri gereği kadınsı stereotip şeklinde değerlendirildiklerini söylüyor ve siyahlar ise sözde agresif özleri gereği erkeksi görülüyorlar. Sömürgeciliğin hayal dünyasında kökleşmiş biçimi, ırkına indirgenmiş çok sayıda kadının varlığına işaret ediyor ona göre: 

“Azınlık kökenden gelen kadınlara baktığınızda, sanki çok sayıda beyaz erkek, dilini yutmuş bir hayat arkadaşı hayalini gerçekleştirmek istiyormuş gibi bir izlenime kapılıyorsunuz. Tam istedikleri gibi onlara sıkıntı çıkarmayacak, fantezilerine uyacak ve ilişkide sivrilmeyecek şekilde kendilerine eş olacak birini arzu ediyorlar. (Madem Krizantem ’in yüzü asıldığında Pierre Loti’nin nasıl sinir olduğunu hatırlayalım.) Onlar bir bakış açısı olmayan, duyguları, kendine has istekleri olmayan, tüm varlığını kocalarının bakımına ve hizmetine sunan bir kadın istiyorlar. Bir mutfak robotuyla insan formunda şişirilebilir bir bebeğin karışımını istiyorlar.” 

Yazar heteroseksüel ilişkilerdeki sorunları tarihsel, ekonomik, psikolojik açıdan değerlendirirken çözüm önerilerini de sunmaktan geri kalmıyor. Bunlar tabii ki yeni duyduğumuz şeyler değil. Kitapta mucizevi bir tarif yok ama yazara göre olmazsa olmazlar var. Örneğin ilişkisiz kalmayı bir kayıp olarak görmemek, farklı evlerde yaşayabilmek, anneliği reddedebilmek ve kötü bir ilişki yaşamaktansa vazgeçebilmek. 

Mona Chollet kitap boyunca kadın ve erkek arasındaki bilinçli, sistematik ayrımcılıkları ortaya koyarken en çok da erkeklerin ürettiği fantezilerin heteroseksüel ilişkiyi esir almasını sorunsallaştırıyor. Çünkü bu fantezilerin çoğu ataerkil kültürün ürettiği ve kadını kendi kimliğinden uzaklaştıran, baskılayan fanteziler. Chollet her ne kadar kendi deneyimlerini anlatsa da okuru ilişkileri üzerine gözlem yapmaya ve değerlendirmeye de davet ediyor.  Ve binlerce yıldır suskun olan kadının konuşmasının, sesini yükseltmesinin, eşitlikçi düşünceyle ‘aşk’ üstüne düşünmek için önemine dikkat çekiyor: 

“Konuşan kadınların zamanla artacağını ve daha yüksek sesle konuşacaklarını umalım. Ve seslerinin ‘aşk’ diye adlandırdığımız şeyin tamamında nihayet yerlerini almasını dileyelim.”