Her dili öğrenmenin güçlükleri var elbette. Bazıları oldukça zor.

Sevgili Hakan,

Her dili öğrenmenin güçlükleri var elbette. Bazıları oldukça zor. Örneğin, Rusça. Ama inan ki, Türkçe de hiç kolay bir dil değil. Bunu sana Türkçe öğrenen birçok yabancı söyleyebilir.

Bir dil ne kadar zamanda öğrenilebilir? Kişiye göre değişir tabii. Ve sorudan ne kastedildiğine göre de. Bütün mesele bakkaldan veya pazardan bir şeyler almak ise, sürenin daha kısa olabileceği ortada. Birkaç hafta veya birkaç ay…

Ama dili bilmenin rahatlığıyla davranabilmek, düşünce ve duygularını açıklayabilmek için elbette daha uzun süre gerekiyor. Bence bir yıl, belki bir buçuk veya iki. Tabii bu, sürekli bir dil eğitimi alınıyorsa, okulda veya kurslarda dil öğreniliyorsa geçerli. Yoksa ‘ara sıra dille ilgilenme’, sonra unutma temposunda, yani bir adım ileri ve iki adım geri yürüyüşüyle gidiliyorsa işin sonu gelmiyor.

Ben yıllardır Türkiye’de yaşayan birçok yabancı gibi Türkçe’yi –mükemmel olmasa da– iyi bildiğimi söyleyebilirim. Anlamada hemen hemen hiç sorun yaşamıyorum. Konuşmak da artık zor değil. (Gerçi konuşmak her zaman göreceli olarak biraz daha zordur, çünkü pasif sözcük dağarcığına göre aktif dağarcık daha dar ve sınırlı oluyor.) Yazmak ise daha bir çetin iş; Türkçe kısa notları kendim yazsam da, uzun yazıları ve gazetede yayımlanacak mektupları kendi dilimde yazıp güvenilir bir arkadaşımdan (bil bakalım kimden bahsediyorum!) tercümesini rica etmek veya en azından Türkçe yazmayı denediğim bölümlerin dikkatli bir redaksiyondan geçirilmesini sağlamak zorunda hissediyorum kendimi.

Ama bir sorun daha var ki, sanırım hiç bitmeyecek. O da atasözleri ve deyimler. Kendi halindeyken çok iyi bildiğin kelimeler bazen bir araya gelip öyle bir kılık değiştiriyor ki, onları tanıyamıyorsun, ne demek istediklerini anlayamıyorsun.

Örneğin, jetonun ne olduğunu biliyorsun, düşmenin veya düşmemenin ne anlam ifade ettiğini de anlıyorsun, ama “jetonun düşmemesi” deyimini bilmiyorsan yan yana duran bu iki kelimeye aval aval bakıyorsun, bir türlü jetonun düşmüyor…

*      *      *

Elbette atasözleri ve deyimler, dil öğrenen yabancıların işini zorlaştırmak amacıyla ortaya çıkmamış. Onlar bir ulusun tarihini ve kültürünü yansıtıyorlar.

Çok ilgimi çeken bu konuda birkaç kitap okudum. Paylaşmak istediğim bazı şeyler var.

Biraz iddialı gelebilir, ama bence sadece atasözlerine bakarak bile bir ulusun profili çıkarılabilir.

Çünkü atasözleri, bir halkın iç dünyasını yansıtan en iyi göstergelerden biri. Bir toplumun yaşam koşulları, gelenekleri, dünya görüşü, felsefesi, değer yargıları atasözlerine yansıyor. Atasözleri, bir düşünceyi savunmada, bir olayı, bir davranışı yorumlamada, eleştirmede kullanılan dil aracı durumunda.

Kuşkusuz,  değişik zamanlarda ve değişik koşullarda oluşmuş atasözleri, farklı içerik taşıyabiliyor. Dahası aynı konuyla ilgili değişik, hatta zaman zaman çelişkili atasözlerine de rastlanabiliyor.

Bu açıdan bakıldığında, atasözleri yalnızca bir ‘kültürel zenginlik’ değil, bazen ‘kafa karışıklığı’ ifadesi de olabiliyor.

*      *      *

Sanırım, ulusu yansıtan en yaygın kullanımı olan atasözlerinin başında, “Türk’ün aklı sonradan gelir” bulunuyor. ‘Türk insanı’nın saflığından ve içtenliğinden yola çıkan bu atasözü, Türk’ün giriştiği bir işte pek hesap-kitap yapmadığını, çıkarını aklına getirmediğini vurguladığı gibi, bir olay karşısında ne yapmak gerektiğini de hemen düşünemediğini gösteriyor. Bu nedenle de, karşısına çıkan kimi tuzaklara düşmekten kurtulamadığını, aklı başına gelip de işin iç yüzünü anladığında ise çok geç olduğunu anlatıyor.

“Atı alan Üsküdar’ı geçti” deyimi de çoğu kez “iş işten geçti” anlamında kullanılıyor. Ama bunun tarihi kökleri var. Sekizinci Yüzyıl’da yaşadığı tahmin edilen, değişik kaynaklara göre ‘Türk’, ‘Arap’ ya da “Anadolu’nun yerlisi” olarak nitelendirilen Battal Gazi, askerleriyle birlikte Kız Kulesi’ne baskın yapmış, hem Kule’ye saklanan hazineleri, hem de Üsküdar Tekfuru’nun kızını almış, atına atlayıp gitmiştir; gidiş o gidiştir, iş işten geçmiştir.

Bir başka örnek daha var: “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye”. Niğde’nin Bor ilçesinde, salı günleri pazar kuruluyor, çevre köylerden de, mal almak ya da satmak için köylüler Bor’a geliyorlarmış. Günün birinde, eşeğine binen köylünün biri Bor’a doğru yola çıkmış. Epey yol aldıktan sonra, dinlenmek üzere bir ağacın gölgesine sığınmış. Ama güneş tepedeymiş; hem sıcaktan, hem de yol yorgunluğundan uykuya dalmış.  Uyanıp da yeniden yola koyulduğunda gün batımı yakınmış. Bor’daki pazar yerine geldiğinde, pazarcıların toplanmakta olduklarını görmüş. İçlerinden birine, “Pazar dağılıyor mu?” diye sormuş. Pazarcı da, sonraki gün Niğde’de pazar kurulacağını dikkate alarak, “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” demiş; “burayı kaçırdın, bari oraya yetiş” anlamında…

Bunlara “Türk gibi başlamak, Alman gibi sürdürmek, İngiliz gibi bitirmek” özdeyişini eklemek mümkün. İşe bir an önce, heyecanla başlanması iyidir de, disiplinle çalışarak sürdürülmedikçe ve olumlu sonuçlandırılmadıkça, pek bir işe yaramayacağı, girişilen işin yarıda kalacağı da açıktır. Ne güzel bir özeleştiri ve kıyaslama denemesi, değil mi?

‘Türk insanı’nın bir başka özelliğinin de, belki Müslümanlık ile de bağdaştırılan, ‘tasavvuf’ta da yeri olan ‘tevekkül’ olduğu söylenir. İslam inancına göre, yaratıkların bütün eylemleri, durumları ve sözleri Allah’ın takdirine bağlıdır. Bu nedenle de sadece Allah’a güvenmek yeterlidir. Bu inancın günlük yaşama yansıması ise ‘sabır’ olmuştur. “Sabreden derviş, muradına ermiş” ve “sabrın sonu selamettir”, bu inancı yansıtan atasözlerinden ikisidir.

Hiç kimse amacına birdenbire ve kolayca ulaşamaz. İnsanın karşısına yığınla engel çıkabilir, uzun zaman beklemesi gerekebilir; sabreden, direnişini yılmadan sürdüren kişi istediğine kavuşup ulaşabilir. Bir başka anlatımla, her türlü zorluğa göğüs geren, telaşa ve öfkeye kapılmadan başına gelenlerin geçmesini bekleyen, ses çıkarmadan bekleyebilen kimse, sonunda esenliğe erişecektir. Bunlara “her şey olacağına varır” da eklenebilir ki, bu durumda “o zaman neden uğraşıp duruyoruz?” diye soran kişiye ne söylenebilir?..

*      *      *
Hem dine, hem de geleneklere dayanan ifadelerden biri de “azı karar, çoğu zarar” iken, bir başkası tam tersi görüşü savunur gibidir: “fazla mal göz çıkarmaz”.

‘Tüketim toplumu’ olma yolunda ilerledikçe önemini yitirmekte, hatta anlamsızlaşmakta olsa da, “damlaya damlaya göl olur” atasözü ‘tasarruf’un önemini vurguluyor; küçük ve önemsiz şeyler olarak görünse de, birike birike önemli büyüklüklerin ortaya çıkartılabileceğini savunuyor. Ancak, hiçbir şey ‘emek’ harcamadan, ‘çalışma’dan insanın ayağına gelmez, yani “taşıma suyla değirmen dönmez”. Başkalarının katkılarıyla, yardımlarıyla yapılan işin ise ne sürekliliği olur, ne de geleceği... Atasözü özelliği kazanan bir özdeyiş de, eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e aittir: “Borç yiğidin kamçısıdır”. Anladığım kadarıyla günümüzde bunu herkes farklı biçimlerde ve farklı duygularla yorumluyor.

Ha, bir de sürekli ve hesapsız borçlanmalarla, sonu hesaplanmayan bazı tavırlarla ya da keyif veren şeyler sonrasında karşılaşılabilecek sonuçlarla ilgili olarak edilen bilgece sözler var: “Atın ölümü arpadan olsun” ya da  “ava giden avlanır” gibi.

Bir de vaktiyle ‘varlıklı’, ‘iktidar sahibi’ olanların bu durumları sarsıldığında çevrelerindekilerin tavırlarının ne olacağı üzerine söylenen sözlerden birini ekleyelim: “Düşenin dostu olmaz”. Bu konuda farklı bir yaklaşım da ileri sürülebilir tabii:”Dost kara günde belli olur”.

‘Dostluk’la ilgili çelişkili atasözleri hiç de az değil: “Eski dost, düşman olmaz” ile “güvenme dostuna saman doldurur postuna” ilginç iki örnek.

*      *      *

Sorun ya da haksızlık çıktığında hemen tepki vermek mi, yoksa sabretmek mi daha doğru? Atasözleri burada da imdada yetişiyor ve “söz gümüşse, sükût altındır” diyerek ‘susma’nın, ‘ses çıkarmama’nın daha iyi olduğunu toplumun kulağına fısıldıyor. Ancak bir başka atasözünü, “sükût ikrardan gelir”i de hatırlatmakta yarar var.

Her ne kadar, “eğri otur, doğru söyle” şeklinde bir atasözü varsa da, genellikle ‘ses çıkarma’nın sonucunun kötü olabileceğini gösteren atasözleri de eksik değildir: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”. Ancak bu atasözünü, ‘geveze’, neyi ne zaman söylemesi gerektiği konusunda düşüncesiz davranan, bu nedenle de, durduk yerde kendine sorun yaratan kişiler için söylenen “bülbülün çektiği dil belası” ile karıştırmamak gerekiyor.

Her neyse, bu konular karışık ve hassas. Yorum yaparken yanlış bir şeyler yazmak, beni de ‘dil belası’ çeken bir ‘geveze bülbül’e dönüştürebilir. Onun için “sürç-i lisan ettiysek affola” diyerek bu haftaki mektubu da burada bitireyim.

Sağlıcakla kal.

Nataşa