“Ateşi ve ihaneti gördük”
Ne olup bittiğini soruyorum kendimce, kendime. Umuyorum bu sorular sorulacaktır sorulması gerekenlere. Ateşler hep yanacak, ihanetlerin hesabı biliyoruz ki sorulacak.
Fatih KÖK
Uyandım. Yataktan doğrulmaya çalışırken yere adımımı attım ve yuvarlandım. Pencereye doğru yöneldim. Mavi, kızıl ışık hüzmeleri saçılıyordu, ilk aklıma gelen şey büyük bir bomba düştüğü sanırım. Bina korkunç bir şekilde sallanıyordu, üzerime yorganı çekip yatakla çalışma masamın arasındaki boşluğa uzandım. Dışarıdan gürültüler yükselmeye başlamıştı, sirenler, çığlıklar, alarm sesleri...
Sanırım üç dört dakika sonra ayağa kalkabilmiştim, tekrar pencereye doğru yöneldim. Çoğu yer karanlıktı, uzak bazı bölgelerden yanıp sönen ışıklar ve dumanlar yükseliyordu. Normalde sakin biriyimdir, uzun vakittir böyle korktuğumu ve ne yapacağımı bilemediğimi hatırlamıyorum. Gözüme çarpan en kalın kazağı üzerime geçirdim, kareli kalın bir çorap gördüm kirlide onu giydim, bere ve atkı attım çantama. Kapı sanırım çerçevesinden oynamıştı, kilitleyemedim, botların bağcıklarını bağlamadan dışarı attım kendimi. Herkes sokaktaydı, alttaki berber söyleyince anladım deprem olduğunu. Anlamak değil de idrak etmek belki, herkes başka bir şeyler söylüyordu.
Bir süre boş gözlerle binalara baktım, yaşlı kadınlara, adamların kucağındaki bebeklere, kar yağıyordu. “Maraş” dedi Remzi abi, Maraş’ta çok büyük deprem olmuş. Yediler, yedi buçuklar, anlamsız sayılar. Necati’yi gördüm sonra, öğrencim, dostum. Demiş bizim hocanın ev eskidir gidip onu enkazdan çıkarayım. Dayandı ama altmış yıllık emektar bina, son beş on yılda yapılanlar yıkıldı da bizimki dayandı. Birer sigara aldık Remzi Abiden yürüdük sonra, öyle sanki hiçbir şey olmamış gibi felsefe konuştuk ve yürüdük. Güneş bir türlü doğmak bilmiyordu, hava çok soğuktu, üzerimdeki mont ıslanmıştı, yürüdük. Güneşin doğuşunun doğuyla bir ilgisinin olmadığını düşündüm hatta, iki sokak arkamızda yarısı yıkılmış alışveriş merkezinin önünden geçtik. Lüzumlu lüzumsuz insanlar, ağıtlar, el fenerleri, ambulans sirenleri, geçmiş olsunlar.
Diyarbakır Dağ Kapı meydanında kahverengi sıcak bir şey tutuşturdular elimize, belki gündelik dilde adı çaydır. Yanımdaki ağlayan teyzenin üzerinde kaplan desenli, kahverengi kalın bir örtü var, belki insanlar ona battaniye diyor. Şalvarlı bir amca elindeki kahverengi deri şeyleri ateşe doğru tutmuş, ayakkabı sanırım onlar. Tek tük ışığı yanan kahverengi oteller, nereye gittiğini bilmediğim arabalar, kahverengi bir çamur, hayalle gerçeği ayıramayan bir bilinç, sonrasında kahverengi bir kahve, geçmiş olsunlar...
***
Güneşin doğmak için imtina ettiği bir kuşluk vakti, yürüyüp, dolaşıp evin önüne geldik yine. Ateşe bakıyorum. İnsanlık tarihinin ateşi bulmakla ilgili bir derdi yoktu aslında, daha büyük çaba ateşi kollamakla ilgili. Ateşi taşımak, ateşi sürdürmek, ateşin sönmemesini sağlamak…
Nâzım ustanın dizeleri geldi aklıma, “ateşi ve ihaneti gördük”. Boş bakışlarla ateşe bakıyordum. Ne oldu, neden böyle oldu, insanlar ne halde diye konuşuyorduk. Haberdar olamamanın uzun çaresizliği.
Ustanın dizeleriyle söylersek, bizler ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çoktuk. Korkak, cesur, cahil, hakiim ve çocuktuk. Ve kahreden, yaradan bizdik ki yalnızca bizim maceralarımızdan bahsedilecek sonraki ahıtlarda.
Bir fıstık ağacının altında, çöp gibi boyunlarını annelerine dayamış çocuklar, vicdanın mesafesini azaltmaya çalışıyorlar. Gözüm istemsizce binaların üst katlarına kaçıyor, yanmayan sokak lambasının direğine kitleniyor. Hafızamda “Antepliler silahşör olur”, “Dayandık Urfa’da, Antep’te, Maraş’ta” dayanmaktayız…
Kimse yok mutsuzluk yahut çaresizlik için. Sigaram yok, aslında karşımdaki binada. Elimdeki telefonun bir anlamı yok. Hume’dan biliyorum, güneşin doğacağının bir garantisi yok. Güneş yok. Bir garip uğultu var, ara sıra duyulan sirenler, bağırışlar var. Sokakta aralıklı yanan ateşler var, ihanet var.
Arkamızda okul duvarı, sağ duyuyu haklı çıkarmak için surların arkasından ilk ışıklar sızıyor. Tüm bu olan biteni sağ duyuyla yahut aklımla açıklayamıyorum. Ne olup bittiğini soruyorum kendimce, kendime. Umuyorum bu sorular sorulacaktır sorulması gerekenlere. Ateşler hep yanacak, ihanetlerin hesabı biliyoruz ki sorulacak.