Sevgili Okur, Daha önce de eleştiri formatını bırakıp, mektup benzeri yazılar yazdığım olmuştu. Bugün de o ruh halindeyim.

Sevgili Okur, Daha önce de eleştiri formatını bırakıp, mektup benzeri yazılar yazdığım olmuştu. Bugün de o ruh halindeyim. Viral bir enfeksiyondan dolayı ateşli ve halsizim. Mühim bir şey değil ama hasta olunca insan her zamanki gibi hissetmiyor işte. Bir de bugün Cumartesi Anneleri’nin toplantısına katıldım. işkenceyle öldürülmüş gençlerin annelerini, kardeşlerini dinledim. Başbakanın Arjantin”in Mayıs Anneleri’ni öven bir konuşma yaptıktan sonra bizim annelerimiz için “Kimmiş onlar?” dediğini öğrendim. Kendimi daha da kötü hissettim.

ALMATI AVRASYA FİLM FESTİVALİ
Geçen hafta yazı yazamamıştım. Nedeni Almatı’da 6. Uluslararası Avrasya Film Festivali’nde bulunuyor olmamdı. Uluslararası sinema yazarları (FIPRESCI) jürisinde olduğum için günler çok yoğun bir çalışma temposunda geçti. Günde 4 filmden toplam 12 film seyrettik 3 gün boyunca. Geri kalan zamanda da basın toplantısı, açılış ve kapanış törenleri ve jüri toplantısıyla geçti büyük ölçüde. Ama asıl yazmama nedenim kaldığım otelde internetin saatinin yaklaşık 90 lira oluşuydu.

Festivalde yoğun bir varlığımız vardı ama zaten kimse yabancı değildi. Avrasya Film Festivali ağırlıklı olarak Orta Asya Cumhuriyetlerinin ve bölge halklarının filmlerinin gösterildiği bir festival. Türk filmleri dışındaki filmlerin hemen hemen hepsi bir şekilde akrabalarımızın filmleriydi. Tatar, Özbek, Kırgız, Tacik, Azeri ve elbette ev sahibi Kazakların filmleri vardı yarışmada. Türkiye’den yarışmaya katılan iki film de ödül aldı. Pelin Esmer “11’e 10 Kala” ile en iyi yönetmen seçildi. Tayfun Pirselimoğlu’nun “Saç”ı Locarno’dan sonra katıldığı bu ikinci yarışmadan NETPAC (Network for Promoting Asian Cinema- Asya Sinemasını Tanıtma Ağı) ödülüyle döndü. insan bir filmi ikinci defa seyrettiğinde ne kadar farklı algılayabiliyor! “11’e 10 Kala”nın bir buçuk yıl önce daha uzun bir versiyonunu izlemiştim. Film yaşlı bir koleksiyoncu ile kapıcısının ilişkisini anlatır. ilk izleyişimden aklımda neredeyse sadece yaşlı koleksiyoncu kalmıştı. Bu kez filmin asıl kahramanı, kapıcı karakteriymiş gibi geldi. “Saç” ise saplantılı bir aşk, cinayet ve değişim öyküsü. Pirselimoğlu’nun son derece plastik görüntüleri ve minimalist sineması her zamanki gibi seyirciden çaba istiyor. Bu sinemaya yönelik bir zevk geliştirmişseniz çabanız ödülleniyor. Yoksa işiniz zor.
Festivalin ana jürisi ve benim de parçası olduğum FIPRESCI jürisi aynı filmi en iyi film seçti. Aktan Arim Kubat’ın yönettiği ve başrolünde oynadığı Kırgız filmi “Işık Hırsızı” (Svet-Ake) küçük bir Kırgız köyündeki, elektrikçi Svet-Ake’nin öyküsünü anlatıyor. Svet-Ake, Robin Hood misali devletten çalıp yoksul köylülere veriyor. Fakat asıl büyük hırsızlarla, yani mafya-devletle karşılaşmak Svet-Ake için sonun başlangıcı oluyor. Eski Sovyetler Birliği halklarından gelen bütün filmlerde ortak özellikler görmek mümkündü. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının travması çok ama çok büyük! Ve yerine gelen sistem de hiç de daha iyi gözükmüyor. Mafya hemen hemen her filmde var. Yükselen milliyetçilik, bölünen köyler, güvencesizleşen ve göç etmek zorunda kalan insanlar, fuhuş… Gelen gideni çok ama çok aratmış gibi görünüyor.

Haftanın filmleri
Bu haftanın filmlerine gelince… Öne çıkan film Adana’dan birçok ödülle dönen “Kavşak” tabii ki. “Kavşak” aynı iş yerinde çalışan üç insanın sorunlarını ve nihayetinde dayanışarak daha iyi bir hayat kurmaya doğru yol alışlarını anlatıyor. Minimalist bir görsel dili olan filmin müziği ise bana oldukça dramatik geldi. Sanki görsel üslupla, müzik farklı dillerden konuşuyormuş gibi. ikisi de bu arada aynı yaratıcının yani Selim Demirdelen’in elinden çıkmış. Ali Şimşek Altın Koza ile ilgili yazısında “bizim sinema yazarlarımız” diye genel bir kavram kullanmış ve ben de bir sinema yazarı olduğum için üzerime alındım. Ali Şimşek, “Bence Selim Demirdelen’in Kavşak filmi fazlasıyla büyük ödülü kapabilirdi. Ama daha önce yazdığım gibi, bizim sinema yazarlarımız üzerinde bir pastorallik ve durgun görüntü ideolojisi fazlasıyla hâkim. Bu yetiştikleri sinamatekin görsel ideolojisiyle de uyumlu”, demiş. Birincisi “durgun görüntü ideolojisi” nedir bilmiyorum ama durgun görüntüler “Kavşak”ta da bolca var. Sözü edilen yazarlar doğru yanlış kararlarını verirken, filmleri izleyip veriyorlar; Şimşek ise sanki filmi (Kavşak’ı) izlememiş gibi yazmış. ikincisi “bizim sinema yazarlarımız” gibi tepeden bakan, genelleyici bir söylemi şiddetle reddediyorum. Üçüncüsü, yetişilen sinematek neresidir, sinema yazarları nasıl yetişmektedir hiç anlamadım, bu konuda bilgilendirilmeye muhtacım. Dördüncüsü, “Kavşak”a değil de “Bal”a büyük ödülü verenler sinema yazarları değildi! Ana jürinin içinde bir tane bile sinema yazarı yoktu! Yazar SiYAD ödülünden söz ediyorsa, o ödülün de adı büyük ödül değil.
Bu yazı lütfen şöyle algılansın: Hıncal Uluç’undan, Serdar Turgut’una, Okan Bayülgen’inden bilmem kimine önüne gelenin, “sinema yazarları” diye lafa başlamasından, kişi adlarının gizlenip ortaya laf edilmesinden bıktım. En azından bu gazetede böyle bir söylemle karşılaşırsam, lafımı esirgemeyeceğim. Kimsenin adını gizlemeden…
işte böyle sevgili okur. Son olarak “Yedek Polisler”in sevimli bir komedi olduğunu, “erkeklik”le sıkı dalga geçtiğini ve hatta bir miktar anti-kapitalist ruhu bile olduğunu söylemek lazım. Dagur Kari’nin “iyi Yürek”i ise vasat bir “kaybedenler” hikayesi. Çabuk unutuluyor.
 
Kendine iyi bak.