Dünya son on iki yılda çok değişti ve Black Mirror’ın 2019’dan bu yana ilk kez yayınlanan altıncı sezonu da öncekilerinden çok farklı. Beşinci sezonda bu sıkıntının etkilerini görmüştük, o sezonu Black Mirror’un “tükenmişlik sendromu” gösterdiği dönem olarak tanımlayabiliriz.

Aynanın rengi değişiyor
Fotoğraf: IMDb

Murat TIRPAN* 

Not: Bu yazı diziyle ilgili sürpriz gelişmeleri açık etmektedir.

Black Mirror’un yeni sezonunu ne kadar merakla açıp izlemeye başladınız? Bunu yapmamıza neden olan diziye karşı sadece eski sadakatimiz ya da alışkanlığımız mıydı? 2023 yılında, önce ölümcül bir pandemi atlattığımız ve arkasından ChatGPT üzerinden yapay zekânın tehlikelerini ciddi ciddi tartıştığımız, dispotik hissiyatı içimizde fazlasıyla hissettiğimiz bir zamanda artık Black Mirror’un “teknoloji endişesi” şeklinde tanımlayabileceğimiz ana teması ne kadar özgün?

Dizinin yaratıcısı Charlie Booker zamanında bu konuda “Şovu yapmaya başlamak için atılan adımlardan biri, televizyonda başka hiçbir şeye benzemeyen bir şey yapmaktı” diyordu. Ama dizi artık fazlasıyla eski, rakipleri çok fazla ve kendini tekrar etme tehlikesiyle karşı karşıya.

Black Mirror ilk karşımıza çıktığında teknolojinin çarpıcı etkisini özgün ve dehşet verici hikâyelerle işleyerek bize henüz onlarla ne yapacağımızı bilmediğimiz yenilikler konusunda tartışma imkânı yaratmıştı. Dizinin tonu zaten her zaman kasvetliydi ve tuhaf ya da sürpriz sonları sizde içsel bir rahatsızlık hissi uyandırıyordu. Ancak dediğim gibi dünya son on iki yılda çok değişti ve Black Mirror’ın 2019’dan bu yana ilk kez yayınlanan altıncı sezonu da öncekilerinden çok farklı. Beşinci sezonda bu sıkıntının etkilerini görmüştük, o sezonu Black Mirror’un “tükenmişlik sendromu” gösterdiği dönem olarak tanımlayabiliriz. Seviye erkek oyuncuların birbirleriyle seks yapan VR avatarlarına takıntılı olduğu noktaya bile düşmüştü. Biraz daha geriye gidersek yaratıcılık konusundaki yeni çeşitlemelerin dizinin Netflix’e taşınmasından sonraki üçüncü sezonunda başladığını da görebiliriz. Michael Schur ve Rashida Jones’un yazdığı “Nosedive” gibi bölümler ve “San Junipero” gibi bir queer aşk hikâyesi ile dizi teknoloji-inovasyon cehenneminin yan yollarına saptı. 2018’de ise “Bandersnatch” adlı interaktif/etkileşimli bölümü yayınladılar ki izleyicilere oynanabilir bir “Kendin Seç” deneyimi sunan bu bölüm oldukça ilginçti.

Şimdi karşımızda bir yeniden toparlanma çabası var ve dizi bunu nostaljik bir şekilde yapmaya çalışıyor. Beş bölümlük sezonun üç bölümü geçmişte sahne alıyor; “Beyond the Sea” 1969’da, “Demon 79” 1979’da ve “Mazey Day” 2000’lerin başında geçiyor. İlk iki bölüm olan “ Korkunç Joan” ve “Loch Henry” ise klasik Black Mirror hikâyeleri olarak “ekran fenomeni”ne odaklanıyor. Özetle bu sezon, hikâyelerini yakın geleceğe değil, geçmişe, eski mitlere ve kurulmuş anlatı geleneklerine yerleştiriyor. VHS kasetler, dijital kameralar ve hatta doğaüstü tılsımların olduğu zeminlere...

Bu tuhaf ve bir nevi şizofrenik hikâyeleri geçmişe yerleştirmek, regresif bir endişe atmosferi kurmak dizinin başarısı için akıllıca bir strateji gibi gelebilir, ancak dünya tarihinde tam da şu anda ne yapacağımızı tartışmak yerine geriye dönmek, evet güvenli ama son derece de bayat. Black Mirror karşılaştığı sorunla baş demeyen bireylerin ana kucağına dönmesi gibi regresif bir psikolojik refleks gösteriyor ama bunun da diziyi kurtardığı söylenemez. Beyond the Sea bölümünde alternatif bir 1969’da, uzay gemisindeki iki astronotun dünyadaki replikaları ve aileleriyle olan ilişkilerini izlerken Mazey Day’de bir paparazzinin şöhretli bir oyuncuyu delirtmesiyle karşılaşıyoruz. Demon 79’da ise siyahi ayakkabı satıcısı bir kızın şeytanla işbirliği içerisinde değişmesine tanık oluyoruz. Bu üç mesele de ne yeni ne de çekici bir yanları var. Üstelik dizinin yaptığı başka bir şeye dikkat çekmek de gerek, bu üç bölümde de kahramanlarını bir aynanın, bir döngünün içine kapatıyor Black Mirror. Black Mirror’un son sezonu için yapılabilecek en iyi tanım da buradan çıkıyor, tam bir ayna içinde ayna sezonu.

Astronotlar ellerinde olan replikaları yardımıyla dünyada zaman geçirme imkânlarını teperek uzay gemisine mahkûm kalıyorlar, paparazzi kızımız tüm iyi niyetine rağmen finalde yaptığı gözetleme işinin döngüsünden çıkamıyor, şeytanla işbirliği yapan karakter ise bu görevi kabul ettiği için bir daha geri dönemeyecek. Bu karakterler mücadelelerinde asla aynanın içinden çıkamayacak ve döngü devam edecek. Bir tür Ouroboros durumu.

Üstelik bu hikâyeler anlatılırken Beyond The Sea gibi bir bölümde erkek acısı ve arzusunun başka hiçbir şeyden ilham almayan maço bir anlatısıyla karşılaşmak da üzücü (Trajediyle uzaktan başa çıkmanın zorluğunu ele alan bir astronot draması izlemek isterseniz, AppleTV+ işi For All Mankind’a bakın derim).

Belki de bu kapalı kalma halini geçmişte bu endişelerle baş etmekte başarısız olduğumuz yorumu olarak kabul edebiliriz. Öyleyse eğer, geçmişte teknolojiyle, sosyal medyayla, tılsımlar ve şeytanlarla baş edemediysek bugün ne yapmalı? Dizinin güncel dünyamızda geçen iki bölümü buna ne cevap veriyor dersiniz?

İlginç bölümlerden biri olan Loch Henry’de küçük bir İskoç kasabasında faaliyet gösteren bir seri katil hakkında bir belgesel film çekmeye karar veren bir çifti takip ediyoruz. Luther ve I Will Destroy You gibi işlerin sevdiğimiz yönetmeni Sam Miller’ın bölümü, merkezi karakterlerin hepsinin ölü veya parçalanmış olduğu, kasabanın kendisinin neredeyse hayalet bir şehir olduğu ve hâlâ varolan sırların daha iyi gömülü kalması gereken bir David Fincher hikâyesi gibi. Aslında bu bölüm de geçmişle günümüz arasında gidip gelen bir bölüm. İşin ilginci yine aynı şeyle karşılaşıyoruz, geçmişe dair belgesel çekmeye çalışan genç yönetmen ortaya çıkan gerçekler sonunda kendi belgeselinin içine çekiliyor ve istemese de oraya mahkûm oluyor. Bölümdeki işkenceci katillerden biri olduğu ortaya çıkan maskenin çocuğun en sonunda kazandığı belgesel ödülü heykelinin aynısı olması, gerçek hayattaki trajedinin onu kaydeden belgeselle eşitlenmesi bu döngüyü anlatan simgelerden biri. Ayna içinde ayna...

Bu sezondaki tek farklı bölüme bakalım. Sadece Joan Is Awful adlı ilk bölüm, yeni teknolojinin potansiyel olarak tehlikeli etkilerini keşfetmeye odaklanması açısından bize geleneksel bir Black Mirror bölümü gibi hissettiriyor. İşin içinde Netflix göndermesinin de olduğu bir bölüm bu, şovda Streamberry olarak adlandırılan bir platformun gerçek insanların rızasına ihtiyaç duymayarak onların gerçek hikâyelerini anlık bir şekilde yapay zekâyla diziye dönüştürdüğü bir hikâye izliyoruz.

Bölüm, kendi hayatında sorunlar yaşayan Joan’ı (Annie Murphy) takip ediyor. Bir şekilde en özel anlarına erişimi olan bir dizide Salma Hayek Pinault tarafından kendisinin canlandırıldığını görünce zorunlu olarak eğlence endüstrisi ile karşı karşıya geliyor. Bölümün sorusu basit, tanıdık ama hâlâ bizler için etkili: kendi hayatınızı bir dizi formatında görseydiniz ne yapardınız? Bu bölümde de bir ayna içinde ayna formatı var çünkü anlıyoruz ki Joan’ın kendi hayatının dizileştirildiğini gördüğü hikâye de aslında gerçek değil, o da başka bir insanın hayatının canlandırıldığı bir dizide yaşıyor. Bu trajik iç içeliğe rağmen sezonun tek “çıkış” öneren bölümü bu ancak o da dijital sistemi analog bir baltayla yok etmek gibi (günümüz için çok komik) bir çözümle çıkıyor karşımıza!

Bugünkü dertlerimizle boğuşmaktan yan çizip sahneyi geçmişte kurmak, bayat hikayeler ve kahramanları döngüye hapsetmek; teknoloji fobisini ise elle parçalayarak kurtulmak... Bu sezonun özeti Black Mirror’un aynasının yeni şeyler gösteremediğinden ibaret. Yine de bu sezondan bir bölüm hatırlamak istersek Demon 79’u seçerdim, delilikte sonsuz bir potansiyel var en azından. Zaten bölümün açılışında da “A Red Mirror Film” ibaresini görüyoruz. Tüm döngüsüne rağmen öte yandan tamamen deliliğe doğru ilerleyen bir kahramanı izleyerek farklı bir çıkış olabileceğinin altını çizen bu bölüm gösteriyor ki Black Mirror’un rengi değişmek üzere.

*Akademisyen, Sinema Eleştirmeni.