Azerbaycan-Ermenistan savaşına ruhbilimsel yaklaşım
Covid-19 süreci, uluslararası ilişkilerde bir dayanışma ağı örmekten ziyade, uzun vadede gerçekleşeceği düşünülen savaşların hızlıca gerçekleşmesine neden oldu. Bugün Azerbaycan ve Ermenistan eşit güçte değil ve ortak kimliğe sahip değiller. Ancak ortak travmalara ve acılara sahipler.
Caner Özdemir - Psikolog
Barışa susadığımız bir dönemden geçiyoruz. Son yıllarda, göçmenlerin ucuz iş gücü olmasıyla çıkan 'yeni ırkçılık’ akımını hissediyorduk. Ancak Ermenistan-Azerbaycan hattında yaşananlar, barışın bölgede hâlâ kökleşmediğini gösterdi. Elbette bunun çeşitli sebepleri var.
1. Reel Sosyalizmin çöküşü
Sovyetler Birliği döneminde Azerbaycan ve Ermenistan, ortak kimliğe sahip aynı zamanda eşit güçte olan iki devletti. Moskova'nın otoritesi ise aralarında çatışma çıkmasını engelliyordu. Ancak reel sosyalizmin ardından, doğu bloku ve balkanlar barışa hasret kaldı. Bu aslında Tito'ya ve Sovyetlere duyulan bir hasretti. Liberal dünyanın barış getireceği tezi çökmüş, Marx haklı çıkmış ancak dini ve etnik kimlikler psikolojik üstünlüğünü koruyordu.
Sovyetlerin ardından yaşanan aidiyet krizinde, kimlikler insanları yalnızlıktan kurtarıyordu. Erich Fromm'un dediği gibi "Din ve ulusalcılık, ne kadar saçma ve aşağılayıcı olursa olsun herhangi bir gelenek, bireyle başkaları arasında bağ kuruyorsa, insanın en çok korktuğu şeyden, soyutlanmaktan kaçıp dört elle sarılacağı sığınaklardır."
Bu kimlikler, bireyi içsel bir krizden kurtarsa da toplumsal bir krizin de önünü açmaktadır. Çünkü düşmanla ayakta kalan köktencilik, toplumsal hafızadaki travmaları tetikler ve ulusların birbirine savaş yıllarından bakmalarına neden olur. Böylelikle yıllarca bastırılmış olan öç alma ve nefret duygusu açığa çıkar.
2. Emperyalizmin sağcı yorumu
Emperyalizmin tanımı konusunda ideolojik farklılıklar vardır. Lenin emperyalizmi, kapitalizmin son aşaması olarak tanımlarken sağcılar emperyalizmi, azınlıkların hak arayışında görme eğilimindedir. Sağın bu tutumu, yabancı düşmanlığının tırmanmasına neden oldu. Türkiye’de, Adile Naşit 'Adela'yı, Sami Hazinses 'Samuel Agop Uluçyan'ı bu yüzden saklamıştı.
Toplumda çoğunluk olan bir kesimin azınlıkları hiçleştirmesi, o ülkeye olan aidiyet duygusunu zedelemekte ve yıllarca sürebilecek itilaflara, kamplaşmaya ve çatışmaya zemin hazırlamaktadır. Oysa bir ülke güçlü bir iç barışla korunabilir. Yani Adile Naşit'in 'Adela' olarak anılmasıyla...
3. Empatinin Yitimi
Azeriler ve Ermeniler, ezilmişlik duygusunu ve savaş travmasını hafızalarında barındıran toplumlardır. Solun kabul ettiği üzere, ezilen ulus milliyetçiliği bir ulusun ezildiği gerçeğini dışa vurur. Bunun en tipik örneği 1789 Fransız Devrimi'dir. Bu bağlamda ezilen ulus milliyetçiliği ilericidir. Peki, ezilen toplumlar ulus devlet olduktan sonra, azınlıklar konusunda neden empati geliştiremez?
Varoluşsal kriz yaşayan toplumlar, özgüven kazanmak için ötekiye ve onu kimliksizleştirmeye ihtiyaç duyar. Böylelikle kendi varoluşunu koruyarak, büyük bir ulus olacağına inanır. Bu durum, öç alma psikolojisinin gelişmesine neden olurken empati ve barış gibi insanları birbirleriyle eşitleyen duygulardan kaçınır. Bu bağlamda Türkiye sağı, Atatürk'ün 'Yurtta Sulh Cihanda Sulh' sözü ile değil 'fetih psikolojisi' ile güdülenir.
Milliyetçilik dönemsel olarak güvenli bir sığınak ve ulus olma yolunda bir adım olsa da paranoya ve büyüklük tutkusu yüklediği ve zamanla kamplaşmaya neden olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu bağlamda, sol ve bilim insanları barışın kökleşmesi için; "Ezilmiş bir toplumun milliyetçilik dışında dışavurumu ne olabilir?" sorusuna cevap aramalıdır.
Kısacası ezilen ulus milliyetçiliği, geleceğe yönelik barışçıl bir topluma zemin hazırlamadığından, tıpkı burjuva milliyetçiliği gibi ilerici değildir.
4. Ortak vicdanda azalma
Durkheim’in dediği gibi, ortak vicdanın azaldığı ve insanları karşılıklı bağımlılıkların bir araya getirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Özellikle neoliberalizm ile bireycilik daha da güçlendi. Ancak Vietnam’dan Körfez Savaşı’na, Charlie Hebdo saldırısından George Floyd cinayetine kadar birçok olayda da ortak bilinçliliğin arttığı günler de oldu.
Azerbaycan-Ermenistan çatışmasında ise çocukların ölmesine rağmen, dünyada güçlü bir savaş karşıtı hareketin örgütlenmediğini görüyoruz. Oysa uluslararası toplumun ortak vicdan oluşturarak, her iki devleti barışa zorlaması gerekiyor. Egemenler çıkarları için temenniden öteye gitmeyen açıklamalar yaparken, milliyetçiler buradan kendisine bir siyaset alanı açarken, savaş karşıtlarının etkisizliği barışı geciktirmektedir.
Savaşlara karşı ortak bilincin oluşmasında, sanatçıların daima büyük rolü olmuştur. John Lennon’ın Give Peace a Chance ya da Pink Floyd’un Goodbye Blue Sky etkisi yaratacak üretimler günümüzde yapılmazken, Irak işgaline karşı Türkiye’de Rock sanatçılarının yaptığı ’savaş hiç gerek yok’ projesine benzer çalışmalar da yok.
Dolayısıyla bu boşluktan kültür endüstrisinin çıkarcı figürleri yararlanıyor. Türkiye’de ticari kaygılar güden ve sanat yaptığını sanan bazı ünlüler, iktidarın ve milliyetçi-muhafazakâr kesimin söylemlerine yakın durarak, maddi imkânlarını sürdürme derdindeler.
Sonuç
Covid-19 süreci, uluslararası ilişkilerde bir dayanışma ağı örmekten ziyade, uzun vadede gerçekleşeceği düşünülen savaşların hızlıca gerçekleşmesine neden oldu. Bugün Azerbaycan ve Ermenistan eşit güçte değil ve ortak kimliğe sahip değiller. Ancak ortak travmalara ve acılara sahipler. Ermenistan, Azerbaycan'ın daha da güçlenmesinden endişe ettiğinden, Azerbaycan da Ermenistan'ın salgınla daha da fakirleşmesini fırsat bildiğinden, bölgedeki varlıklarını perçinlemeye çalışıyor ve sıcak çatışmaya neden oluyorlar. Ancak bu hafızalara yeni toplumsal travmaların eklenmesi anlamına geliyor.