Mağduriyet halleri Yeni Türk(iye) sineması

Mağduriyet halleri
Yeni Türk(iye) sineması diye bir şey varsa onun temel özelliği bir kaybı temel alması  kanımca. Kaybedilen babadır, annedir, arkadaşlardır, umutlardır, aşklardır ya da gelecektir, ufuk çizgisidir ama illa ki bir kayıp duygusu temeldir. Bunu Babam ve Oğlum’da, Yusuf üçlemesinde (Yumurta, Süt, Bal), Sonbahar’da, Kosmos’da, Pandora’nın Kutusu’nda bir şekilde görebilirsiniz. Bu kayıp duygusu bazen biraz yüceltilerek verilir, bazen biraz acırız halimize, hatta yaralarımızla biraz da gurur duyarız. ‘Bahtı Kara’ da kaybın psikolojisini anlatan bir film. Ama bugüne kadar gördüklerimizden bir adım daha öteye gidiyor kahramanlarını anlatırken. Onlarla empati kuruyor ve onlara sevecen bir gözle bakıyor ama aynı zamanda bu mağduriyet halinin nasıl komikleştiğini, giderek asosyal bir yere doğru evrildiğini, nasıl bencilliğe ve sorumsuzluğa kapı araladığını da gösteriyor. Kahramanlarını yargılamadan yapıyor bunu, sanatın yapması gerektiği gibi.
ADNAN’IN HAYATTA HER ŞEYİ YARIM KALIYOR
Filmin temel kahramanlarını  bir babayla oğlu oluşturuyor: Adnan (Reha Özcan) ve Burak (Kamer Çelenk). Ailenin üçüncü üyesi yani anne ve eş Gül ise beş yıl önce ölmüş. Gül’ün ağabeyi Can (Haktan Pak), onun eşi Deniz (Yeşim Ceren Bozoğlu) ve oğulları Berk (Tolga Sarıtaş) ise Adnan ve Burak’ın en yakın çevresini oluşturuyor; hatta bu iki aile iç içe yaşıyorlar. Gül’ün ölümü Adnan’ı bir girdap gibi dibe çekmiş. Yaşadığı kayıp, onu bir kendine acıma/kendini suçlama sarmalına hapsetmiş. Ne işlevsel bir baba, ne işlevsel bir emekçi olabiliyor. Hayatta her yaptığı iş yarım yamalak kalıyor, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor ve hep birilerinden kendi paçasını toplamasını umuyor. Oysa koruyup kollaması gereken ergen bir oğlu var. Burak da babasının bu halinden nefret ediyor ve ona zerre kadar saygı duymuyor. Adnan’ın bilinçli bir şekilde seçtiği bir hayat tarzı değil elbette ki bu ama sonuçları herkes için kötü.
Burak işlevsel bir ailesi olan yeğeni Berk’i kıskanıyor ve sürekli onunla didişiyor. Adnan ise çalıştığı otoparkta önce bir arabanın camını kırıyor, ardından aynı arabanın duvara çarpmasına neden oluyor, derken bir evi su basmasına neden oluyor, kavga çıkarıp adam yaralıyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Zaten yoksul olan Adnan’ın neden olduğu zararları tazmin edecek parası elbette yok ve tek umudu küçük bir lokanta işleten eniştesi Can. Ama Can’ın da hem olanakları sınırlı hem de sabrı taşmış durumda. İntiharın eşiğine gelen Adnan’a tek yardım edebilecek kişi ise babası kadar sorunlu bir portre çizen Burak oluyor yine de.
‘Bahtı Kara’ birçok açıdan çok özgün bir film. Birçok sahnede yakalanan doğallık kim ne derse desin, sinema tarihimize geçecek nitelikte. Bunda yönetmen Theron Patterson’ın (evet bir Amerikalı!) oyuncu yönetiminde tercih ettiği doğaçlama tekniğinin sanırım önemli rolü var. Patterson senaryoyu okumalarına izin vermemiş oyuncularının; onlara sahneyi anlatmış ve onlardan yaratıcılıklarını kullanmalarını istemiş. Bunu filmin senaryosuz çekildiği gibi yorumlayanlar çıktı. Bu boş laflara takılmayıp sonuca baktığımızda bence süper üç oyunculuk performansıyla karşılaşıyoruz. Genç Kamer Çelenk, Reha Özcan ve Yeşim Ceren Bozoğlu olağanüstüler. Haktan Pak çok iyi, Tolga Sarıtaş da aksamıyor.
FİLMDE AKSAYAN YANLAR DA VAR
Filmin oyunculuk konusundaki yenilikçi tutumunun dışında sinemamızda az görünen bir yanı da içerdiği rüya sahnesi. Rüya tabii ki ilk defa yok sinemamızda. Ama bu kadar rüya gibi rüya az vardır. Belki de filmin eksik, olmamış bulunmasında bu sahnenin de önemli yeri var. Burak rüyasında, başka bir ailenin evine giriyor yanlışlıkla, sonra annesiyle oturup babasının videosunu seyrediyor televizyonda ve sonra bu videonun içine giriyor. Burak’ın ‘normal’ bir aile özlemi ve babasıyla çatışmasını kanımca çok iyi anlatıyor bu sahneler. Filmin aksayan yanları da var. Otoparkçının oğlu rolünde Ali Gürkanat tutuk bir oyun çıkarıyor, kavga sahnesinde ciddi bir yaralanma olabilirmiş gibi gözükmüyor vb. Ama sanırım filmi beğenmeyenlere asıl sorun gibi gelen şey filmin net açıklamalarda bulunmaktansa ucu açık bir yapıya sahip olmasıydı ki bu bence filmin sorunu değil erdemi. Filmin yoruma açık yapısı, bitmemiş gibi duran hali hayata yakın duruyor ve seyirciye düşünecek alan bırakan bir tavra işaret ediyor.  Ferzan Özpetek İtalyanlara İtalyanları anlatabiliyorsa, Ben Hopkins gibi bir İngiliz, Theron Patterson gibi bir Amerikalı da bize bizi anlatabilir, anlatıyor da.
Pers Prensİ: ZamanIn KumlarI
Vergi istemezük!
Hollywood blockbuster’larının yeni sloganı iki hafta içinde netleşiverdi: Vergi İstemezük! Ne alaka diyenlere bir zahmet geçen haftaki “Robin Hood” yazımı okumalarını rica edeceğim. Evet, kendine “tea party” diyen, bir açıdan liberter, bir açıdan muhafazakâr, bir açıdan ise düpedüz faşizan yeni hareket anlaşılan büyük stüdyoların sahiplerinin de duygularına tercüman oluyor. Robin Hood’dan sonra ‘Pers Prensi: Zamanın Kumları’ da vergi karşıtı bir mesaj taşıyor. Vergiyi istemeyenlerin büyük kapitalistler olması, sosyal devlet karşıtlığına işaret ediyor. Yoksullar başlarının çaresine baksın, her şeyi devletten beklemesinler, devlet de bizden vergi beklemesin diyorlar ve Hollywood’un propaganda aracı olan blockbuster’lar da bu mesajı kitlelere taşıyor. Pers Prensi tam bir oryantalist kitsch örneği. Erkek görünce derhal orgazmik sesler çıkarmaya başlayan harem kadınları filan eksik değil. Bir bilgisayar oyununu temel alan senaryosu tarih içinde serbestçe dolaşıyor. Zaten filmin öyküsünde de zamanda geri gitme nosyonu mevcut. Pers Sultanı bir gün sokakta gördüğü ve cesaretine hayran kaldığı Destan (Jake Gyllenhaal) adlı bir çocuğu evlat ediniyor. Gel zaman git zaman Destan, sultanın iki öz oğlu ve sultanın kardeşiyle birlikte sefere çıkıyor. Kitle imha silahları barındırdığı (!) düşünülen Alamut şehri, sultanın uyarısına rağmen  ele geçiriliyor. Kitle imha silahları meğerse yokmuş ama Alamut’ta yine de acayip bir silah varmış. Bu acayip silah zamanı geriye götürebilen bir kamaymış. Meğerse kötü amca (Ben Kingsley) zamanı geri götürüp, kardeşini ölüme terk etmek ve kendisi sultan olmak istermiş… Evet görüldüğü gibi filmde bir miktar Irak işgalinden dolayı günah çıkarma da mevcut, tıpkı ‘Yeşil Bölge’de olduğu gibi. Çok geç ve anlamsız ne yazık ki.