ÇAĞHAN KIZIL

Cinayet işlemekten hüküm giymiş Henri Languille, 1905 yılının 28 Haziran’ında Orleans kentinde giyotinle infaz edilir. O dönemde çok da şaşılmayacak bu uygulamayı özel kılan, Languille’in kesik basının bu infazı gözlemleyen Dr. Gabriel Beaurieux’nün uzun süredir kanıtlamaya çalıştığı bir fikir için ona fırsat sunmasıdır: Beaurieux, uzun zamandır gövdesinden ayrılan beynin işlevsel kalıp kalmadığını araştırmaktadır. Archives d’Anthropologie Criminelle dergisinde anlattığı hikayeye göre Languille’in başı sepete düştükten sonra gözleri ve ağzı birkaç saniye istemsiz hareketlerde bulunur. Beaurieux bu sırada başı ellerine alır ve göz kapakları kapanırken ona adıyla hitap ettiğinde, Languille’in sanki bilinçli bir şekilde gözlerini ona diktiğini söyler. Bu, birkaç kere devam eder ve en sonunda Languille’in gözleri tamamen kapanır.

Beaurieux, bu çalışmasına temel olarak önceden beri anlatılan, Antoine-Laurent de Lavoisier’in arkadaşı Lagrange tarafından şahit olunduğuna inanılan bir hikayeyi esas almıştır. Soylu bir Fransız ailesinden gelen ve modern kimyanın kurucularından sayılan Lavoisier, Fransız Devrimi’nden sonra Jean-Paul Marat’nin suçlamaları üzerine 1794’te Marat’nin ölümünde kısa bir süre sonra giyotinle idam edilir. Bu hikayede Lavoisier’in sınıfsal aidiyetinden, isnat edilen suçundan, onun mükemmel bilimsel dehasından ya da devrim mahkemesinin idam kararında „Cumhuriyet’in bilim insanlarından çok devrimcilere ihtiyaç duyduğu“nun yazılmasından çok, son anda ispat etmeye çalıştığı fikri önemlidir. Rivayete göre Lavoisier, idam edileceği kesinleşince dönemin ünlü matematikçilerinden Joseph Louis Lagrange’a ölümünün ardından gözlerine bakmasını, ve eğer iki kere göz kırparsa beynin gövdeden ayrı da çalışabildiğini kanıtlamış olacağını söyler. 8 Mayıs 1794 sabahı, Lavoisier’in kesik başı gülümser bir biçimde iki kere göz kırpar. Hikaye odur ki Laviosier, bu deneyi kısa bir süre önce Marat’yi öldüren Charlotte Corday’ın giyotinlenen kafasını eline alıp ona tokat atan cellatın Corday’ın gözlerini açıp yanağını kastığını anlatan ünlü hikayesi (Croker, History of the Guillotine. 1853) sonrasında düşünmüştür.

Beynin gerçekten vücuttan ayrı da işlevini koruyup koruyamayacağına dair daha bilimsel çalışmalar, 1920’lerde Sovyettler’de Dr. Sergei Brukhonenko tarafından gerçekleştirilir. Yapay bir şekilde kan ve oksijen dolaşımını sağlayan kendi icadı „otojektör“ ile vücuttan ayırdığı organların işlevsel kalıp kalmadığını araştıran Brukhonenko, ölümünden sonra Lenin Ödülü’nü kazandığı „Organizmaların Yeniden Canlanması Üzerine Deneyler (Experiments in the Revival of Organisms)“ çalışmasında özellikle vücuttan ayrılmış köpek kafalarını otojektör ile saatlerce canlı tutmayı başarmış, bunu da şimdilerde sosyal medyada da bulunabilecek bir film ile dünyayla paylaşmıştır. Amerikan-Sovyet Tip Topluluğu’nun 1940 yılındaki New York kongresinde sunulan bu film, dünyada suni kan dolaşımı, diyaliz, transplantasyon gibi birçok alana ilham kaynağı olmuştur. Berhard Shaw’un bu video üzerine „keşke hastalıkla uğraşmadan yazabilmek için benim kafamı da kesip böyle besleseler“ dediği rivayet edilir.

Beynin fonksiyonlarını birkaç saatten fazla gözlemlemek ve denemek isteyen modern bilim, aynı zamanda içinde yaşadığı otoriter iktidar sistemi ile de çelişkili bir ilişki içindedir. Bir yandan doğanın işleyişini açıklamaya çalışırken bir yandan da toplumsal olayları belli fizyolojik işleyişlere bağlayarak „tedavi edilebilir“ hale getirmeye çalışmaktadır. 1848’de Joseph Wiertz’in siyasi bir giyotin mahkumunun kesik başı ile hipnoz deneyleri (Wiertz, Oeuvres Littéraires, 1869) yapar ve canlıyken öğrenemediklerini öldükten sonra öğrenmek için çabalar. Sistem ilk önce cezalandırır, sonra sorgular. Benzer bir durum, Ulrike Meinhoff’un 1976’da öldürüldükten sonra beyninin kesitlerinin incelenmesidir. O dönem gazetelerde çıkan haberlerde komünizmin tedavisinin bulunduğu, terörist olmamak için beynin nasıl işlenmesi gerektiği gibi son derece bilimsel haberler yer almaktadır. 1920’lerde Alman nörolog Oskar Vogt, elit beyinlerin işleyişini anlamak için yaptığı deneylere Lenin’in beynini inceleyerek devam etmişti. Bağıl düşünce konusunda gelişkin olduğunu söylediği Lenin’in beyninin analizinden sonra beyni yapısıyla ideolojilerin ilişkili olduğu şeklindeki fantastik tez popülerleşti. Sosyal Darwinizm’in toplumsal ilişkileri bireylerin biyolojik yapılarına bağladığı kuramı, her gün gelişen teknoloji ile daha da normalleşen bir hal alıyor. Bunun yanında hukuk ve adalet, suç saydığı edimlerin cezalandırılması süresinde fikirlerin ve bilimsel bilginin yok olmasının ve yayılmasının önüne geçmeyi asıl hedef alırken, bir yandan da suç saydığı edimleri erken önleme ya da kendi edimlerinin sonuçlarını bertaraf etme yollarını da bulmaya çalışıyor. Modern bilimin bu „bilme“ amaçlı değil „tüketim“ amaçlı doğasına bir örnek geçenlerde duyurulan bir bilimsel gelişme. Sinirbilim ve kök hücre alanı, beyin gelişimiyle ilgilendiği ölçüde son birkaç senedir organizmaların dışında bu dokuları yaratmaya başladı. Embriyonik kök hücreler ve değişik metodlarla kültür ortamında geliştirilebilen dokuların heyecanı son on yılı sarmışken, 2011 yılında Japonya’nın saygın RİKEN enstitüsünde çalışan Dr. Yoshiki Sasai, bu dokuların sadece hücre tiplerinin vücudumuzdakiyle benzeşmesinden öte, üç boyutlu yapılarının da benzer haller aldığı „organoid oluşumu“ denen bir metod geliştirdiğinde (Eiraku et al., 2011, Nature) heyecan daha da artmıştı. Hücre kültüründe retina yapılabiliyordu artık. 2014 yılında bir bilimsel suistimalin sonuçlarına bağlı olduğu düşünülen intiharına kadar Sasai bu konuda birçok bilim insanına ilham verdi, ve hala metodları geliştirilip kullanılmakta. Örneğin 2013 yılında Avusturya’da bu metoda benzer bir yöntemle ilk defa embriyonik beyin dokuları neredeyse eksiksiz bir biçimde kültür ortamında geliştirildi (Lancaster et al., 2013, Nature). Geçtiğimiz günlerde, daha yayınlanmamış olmasına rağmen kültür ortamında yapısal ve işlevsel olarak insan beynine çok benzeyen yapıların geliştirildiğine dair haberler bilim dünyasını sarsıyor. Bu çalışmaya göre insan beyninin yapısına ve işlevine çok benzeyen beyinler laboratuvarda üretilebiliyor. Bu çalışmanın sunulduğu mekan Askeri Sağlık Sistemleri Araştırmaları Sempozyumu, ve çalışmayı fonlayanlardan biri Amerikan Savunma Bakanlığı. Araştırmacılar, bu çalışmayı savaş alanındaki travmatik beyin yaralanmaları ve post-travmatik stres hastalıkları ile ilgili kullanmayı öneriyorlar. Benzer bir şekilde, beyin hasarına yol açan yaşam koşullarını dayatan bir sistemin, bu hastalıkları çözmek için “bilim” yapması da o kadar anlamsız. Nükleer santrallerin varlığında kanser araştırmaları ya da bilişsel etkileşimi neredeyse sıfırlayan bireyselleşme ve kültürsüzlük varlığında Alzheimer araştırmaları oldukça ikiyüzlü kaliyor. Bu, tütün şirketlerinin uzun yıllar kanser araştırmalarına fon ayırlamaları ve sonuçları manipule etmelerine benziyor. Yani sistem, savaşa karşı olmaktansa onun sonuçlarını yok etmeye, ya da bilişsel hastalıkları tetikleyecek tüketim kültürünü çoğalttığı halde bu hastalıklarla başa çıkmaya çalışarak başka bir tüketim ve sömürü alanı açmaya çalışıyor. Bilimsel metod, bir şeyin sonuçlarını önlemek için nedenlerini ortadan kaldırmanız gerekir der, çünkü basit nedensellikler mekanizmaları açıklayabilir. Savaşta yaralanan askerin beynini tedavi etmek için savaş, toplumsal şiddeti barışa çevirmek için sömürü yok edilmelidir; nörodejeneratif hastalıkları azaltmak için daha çok elektronik ortam değil daha çok kitap okumak ve sosyal etkileşime girilmelidir. Yoksa bilim için ayrılan milyarlarca doların tahakkümünde gelişen bılımsel ortam bir „sermaye biliminden“ başkası olmayacaktır. Adorno’nun ünlü sözüdür: bilim itaatsız olana ihtiyaç duyar. Bu yalnızca ontolojik bir ahlaki durusu öğütlemez, aynı zamanda otoriteye karşı bilginin özgürleşmesi gerekliliğinin de altını çizer. Çünkü bilginin varlığı, tüm insanlık ile ortak fayda yoluyla yaygınlaştığında ve vicdani esas aldığında anlam ifade eder.

*Akademisyen, Dresden Üniversitesi