O türbanlı genç hanım ne demişti: “Başıma bir şey gelmeyecekse Atatürk’ü sevmiyorum” Aferin ona. Ne güzel söylemişti.

O türbanlı genç hanım ne demişti: “Başıma bir şey gelmeyecekse Atatürk’ü sevmiyorum” Aferin ona. Ne güzel söylemişti. Hatta Melih Altınok da bir kanalda 1938’de ölmüş bir adamdan bize ne makamından bir konuşma yapıyordu. Melihtir, ne yapsa yeridir. Sırası gelmişken referandum maddelerinden ‘yerindelik denetimi’ ile ilgili, kendisine e-posta marifetiyle sorduğum sorulara zahmet edip cevap verememiş Altınok arkadaşa bir selam gönderelim.

İyi de bu Müslüman Hanım kızla, sözde sosyalist bozuntusu köşe yazarımızın Atatürk’ü sevmeme hakkı yok mu? Var efendim var, niye olmasın. AKP demokrasisinin güneş gibi doğduğu cennet ülkemizde İsmail Beşikçi hariç herkesin her şeye hakkı var. Zira bir tek Beşikçi yıllardır ne Kemalist demokrasiye, ne İslami burjuvaziye yaranamamıştır.

Atatürk demişken… Bir askerden söz ediyoruz; onun, kendi dünya tahayyülü içerisinden yürüttüğü kavgadan… Ben kendi adıma, başıma bir şey gelmeyecekse, öyle tapınma falan değil ama Kemalizm’den de bağımsız olarak kendisini severim. Her seveni tapıyor sanıyorlar ya, öyle değil. Oturup cumhuriyetin bin tür yanlışından da samimiyetle konuşabiliriz. 2.5 yıldır bu köşeden, bazılarını da olumlu olumsuz, kendimce yazmışımdır.

Hatta Latin harflerini öğrenmeye devam ederken Osmanlıca’dan da kopmasaydık dediğim için Soros’çu ilan edildiğim de oldu. Fakat başıma bir iş gelmeyecekse herhangi bir fon ya da cemaat tarafından maddi olarak desteklenmediğimi söyleyeyim. “Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl / kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim / inhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma; / fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim” diyen Fikret’in kimi şiirlerini severim.

Fakat Kemal Tahir’in Sarı Paşa’sını hayırla yâd etmek zor değildir; o, trajedisiyle, hikâyesiyle, yalnızlığıyla, bir kadeh rakısı, Manastır’ın Ortasında Var Bir Havuz türküsüyle bu müthiş coğrafyada iz bırakmış ‘önemli’ adamlardandır. Başıma bir şey gelmeyecekse akşam bakkaldan ufak rakımı alır; Serdar Ortaçlara ve bilumum detoneler sürüsüne inat Rumeli Türküleri dinleyip Nâzım’ın Kuvayi Milliye Destanı’ndan parçalar okurken bir kadeh rakı eşliğinde anarım Mustafa Kemal’i. Çünkü Vefa sadece semt değildir!

Yaşadığı toprak parçasını kurtarabilmek için elinden geleni yapan birine vefa borcu ödemek de sanırım BirGün’den Taraf’a yatay geçiş yapabilen Altınok gibilerin tavrından daha namusludur… Kurtarmak ama neye göre, kime göre diyecek hırtlar için bazı şeylerin de o kadar görece olmadığını söylemek gerekir. Renkler ve zevkler tartışılmaz diyenlere, arada bir bunların tartışılmasında fayda olduğu hatırlatılmalı. Başıma bir şey gelmeyecekse bu demokrat Türkiye ortamında her şeyi, ama dikkat, istisnasız her şeyi tartışmaktan yanayım… Uyar mı?

Milli eğitimimizin sakatladığı çocuklardan biri olarak bütün törenlerden çok sıkılır, lider kültlerinden de nefret ederim. Geçtiğimiz 10 Kasım’da da 9.05’te ayağa kalkmadım. Ofisteydim, çalışıyordum. Çalan sirenler de mühim değildi. Ayağa kalkan boyacı çocuğa yapılan “ah canım” tarzı ciciş muamelesinden taşan ikiyüzlülüğe de dikkat edin. Çingeneler Zamanı’na bayılıp da Tarlabaşı’ndan geçmeye korkanların yavşaklığı…

Başıma bir şey gelmeyecekse pek hoşlaşmadığım; Allahsız Camus’nün, ateist Sartre’ın, Marxist Adorno’nun, dinsiz Baudrillard’ın adını dilden düşürmeyip meseleyi Haneke’den Sübhaneke’ye bağlayan samimiyetsiz liberal kardeşlerimizin söylediği gibi değildir o işler. Anıtkabir’de ağlayan asker de, bu mekâna yapılan cami muamelesi de garip tamam, ama Mustafa Kemal’i anabilmek için illa Behçet Kemal Çağlar yalakalığına gerek duyulmaz.

Son tahlilde ne o kadar Ata delisiyim, ne de dindar… Üstelik abdest alıp bayram namazına da gidebilecek kadar da solcuyum, rahat ol Yıldıray! Ama başıma bir şey gelmeyecekse Müslüman sayılmam. Hatta nüfus cüzdanımın din hanesinden İslam ibaresinin ve hatta tüm din hanesinin tamamen kaldırılmasından yanayım. Hayatımda kilisede kıyılan nikâh kadar güzel törene rastlamadım! Bütün ömrümü Apollon Tapınağı’nda geçirebilecek kadar da antik çağ tapınaklarına meraklıyımdır.

Geçelim. Başıma bir iş gelmeyecekse Kırmızıgül sinemasından (öyle diyorlar, terim bana ait değil) nefret ederim. Bunu söyleyince de hemen elit damgası yiyorsunuz ya hastasıyım. Akşamları fildişi kulemde oturup Boğaz’ın ışıkları arasından caz eşliğinde viski yudumlamıyorum ki elit olayım!

Hem başıma bir iş gelmeyecekse anlamıyorum: Zaman Gazetesi’nde sinemadan ne kadar anladığı yazdıklarından menkul Ekrem Dumanlı, neden New York’ta Beş Minare’yi yere göğe koyamadı? Radikal’de Akif Beki ne istedi tertemiz hayatlarımızdan da Umberto Eco ile Kırmızıgül’ü aynı satırlarda andı?

Yani şimdi bu ‘usta yönetmeni’, yedinci sanatın bu dahi çocuğunu her sevmeyen elit mi olacak? Ben Godard severim, utanayım mı? Halk çocuğuymuş Kırmızıgül. Biz Lord çocuğu muyuz?  Beş Minare’yi Beyaz Türklerden bir yönetmen çekseymiş elini eteğini öpermişiz. Bak sen! Sanki Mahsun artık Beyaz Türk değil…

Fakat dikkat: Benim güzelim, fakir Godard’ım hiç de öyle Beyaz Fransız falan değildir, hem de Yıldıray ile Melih kardeşlerin hoşuna gitmeyecek ama bu adam ödünsüz, ağır komünisttir. Biliyorum canım onlara göre bu kızıl şafak şeyleri falan bitti… Eh, faşist Godard der geçeriz.

Kırmızıgül ile Godard’ı aynı ortamda anmak zorunda bıraktılar beni de… Yeni Türkiye’nin demokrasi satıcıları insanı delirtir! Hepsine selam ediyor, başıma bir şey gelmeyecekse haftaya görüşürüz diyerek kaçıyorum…