Google Play Store
App Store

ŞÜKRÜ ERBAŞ Çocukluğumun sesiydi. Elma bahçelerinin sesiydi. Buğday tarlalarından gökyüzüne ağardı. Annemin gözyaşıydı. Anneannemin, radyoda Zeki Müren’i dinledikten sonra, on iki yaşındaki bana dönüp, “hadi Neşet’in ‘Dane dane benleri var yüzünde’sini bir oku” dediği buğulu, pürüzlü hançeremdi. Babamın rakı bardağındaki bütün zamanlardan kurtulmuş zamanlardı. Sesinin vardığı yerlere varan bir şiir yazayım diye elli yıla yakın […]

Basıp geldiğiniz yollarda  benim yüzüm serili*

ŞÜKRÜ ERBAŞ

Çocukluğumun sesiydi. Elma bahçelerinin sesiydi. Buğday tarlalarından gökyüzüne ağardı. Annemin gözyaşıydı. Anneannemin, radyoda Zeki Müren’i dinledikten sonra, on iki yaşındaki bana dönüp, “hadi Neşet’in ‘Dane dane benleri var yüzünde’sini bir oku” dediği buğulu, pürüzlü hançeremdi. Babamın rakı bardağındaki bütün zamanlardan kurtulmuş zamanlardı. Sesinin vardığı yerlere varan bir şiir yazayım diye elli yıla yakın bir zamandır çırpındığım ustamdı.

Unutmanın sanatsal yaratıcılıktaki yerini bana en yalın, en çarpıcı biçimde öğreten bir bozkır alfabesiydi. “Ben, türküyü kasete, plağa okurum, sonra unuturum. Gittiğim yerlerde benden hangi türkümü isterlerse onu söylerim. Her söylediğimde de yeniden öğrenirim” demişti bir soru üstüne. Sözünün bütün anlamlarını hayatıyla biliyordu ve ne kadar biliyorsa o kadar büyük bir tevazuuyla söylüyordu.

Yirmi beş yıl sonra dönmüştü ve biz bir avuç “abdal” ayine gitmiştik. On bin kişi yeniden doğuyordu. Büyük bir aradan sonra herkes kendini ilk kez seviyordu. Herkes sahnedeydi. Ankara’nın en büyük salonu küçücük kalmıştı. Sahneye çıktı. Sazıyla aynı boydaydı. On bin kişiden yapılmış bir heyecandı, saygıydı, gönül yarasıydı. Oturdu. “Beni deyip geldiniz, basıp geldiğiniz yollarda benim yüzüm serili” dedi. O günden sonra ben bütün konuşmalarımı bu sözle bitirecektim. Abdallığın bin yıllık binasıydı oturan. Hepimizden yapılmış bir şamandı. Tellere vurdu. Salon dondu. Salon üç saat içinde bilmiyorum kaçıncı kez yıkıldı. Sonra Afrika’nın değil ama bozkırın siyahı, salonu bluesla cazın beşiğinde salladı, salladı, salladı. Belki de on bin kişi ilk kez o gün, o salonda hep birlikte göklere karıştı.

İzmir’de, Konak Belediyesi’nin Şiir Günleri’nde (2004), bir söyleşi yapmıştık, Mahmut Temizyürek’le birlikte. İlk sorumdu: “Diyorsunuz ki, demiştim, ‘Dünyaya insan gelip de âşık olmadım diyen yalan söyler. Ne var ki bu aşkın abdallığını biz yapıyoruz.’ Sonra yine bir konuşmanızda ‘Bu dünyada âşık olmayan, dünyaya insan gelir ama hayvan gider.’ Sonra da bir uzun havanızda ‘Gönül Mecnun oldu Leyla bahane’ diyorsunuz; marifet sizde mi, Leyla’da mı, Zahide’de mi” demiştim. “Leyla’da” deyip susmuştu. Salon susmuştu. Biz susmuştuk. Daha ilk sorudaydık. Bu suskunluğu nasıl aştık da o büyülü iki saati yaşadık bilmiyorum.

Bir süredir söyleşilerde, O’nun bir sözünü, biraz mizah katarak, biraz kışkırtarak paylaşıyorum. İnsan emeğinin sömürüsünü, sermayenin nasıl biriktiğini, ‘artı değer’ üzerinden yapılan evrensel hırsızlığı bilimsel olarak, iktisadın yasaları içinde anlatan binlerce kitap var elbette. Ancak bir büyük Abdalın kalbi bütün bu kitapların yazdığı doğruyu, insanın vicdanını ve haysiyetini kucaklayarak bu kadar yalın bir cümle içinde söyleyebilir. Salondakilere, Marx Efendi’miz, diyorum, eğer Neşet’in bu sözünü duymuş olsaydı, Das Kapital’i yazacağım diye, on yıl perişan olmazdı. Bunca yıl, bunca türkü, konser… bir gazeteci masum bir merakla birikimini sorar. Büyük Abdalın büyük hayat bilgisi, büyük adalet duygusu şudur: “Efendim ben öldüğümde evimden bir çuval un çıkarsa, ben suç işlemişim demektir; beni mezara koymadan dağıtın onu.”

Konak Şiir Günleri’ndeki söyleşiye dönelim. Babasıyla olan usta-çırak ilişkisini anlattırmak istiyorum. Belki sözü Leyla Ertaş’la evliliğine getireceğim. Muharrem Ertaş’ın itiraz ettiği, engelleyemediği, sonra da türküyle kırgınlığını dillendirdiği; Neşet’in de aynı incinmişlikle, yine türküyle babasına seslendiği ilişkiye kapı aralamak istiyorum belki de… bir hikâyeyle bütün bunları unutturdu bize: “Biliyorsunuz Efendim, Kırşehir’e babamın heykelini yaptılar (1984’te ölmüştür Muharrem Ertaş, heykel hemen sonrasında yapılmıştır ve kucağında saz vardır), aha ben buradan bir daha teşekkür ediyorum kendilerine. Bizim Kırşehirli heykelin karşısına geçmiş, bakmış, bakmış, ‘kurban olduğum, vatanı düşmandan kurtardın, bize evimizi bağımızı bahçemizi geri verdin, bunları biliyordum da saz çaldığını bilmiyordum’ demiş.”

Bu büyük, ince, derin güzelliğin önünde saygıyla eğilerek, saz çalmaya heves eden gençlere söylediği bir sözle susalım: “Yüreğinde yâr aşkı olmayan bu sazı çalarsa tıngırdatır. Önce yârin aşkını yüreğine koysunlar. Yârin aşkı onlara nasıl çalacaklarını tarif eder.”

*Neşet Ertaş