Başka bir gerçekliğin romanı
Cem Kalender toplumsal normların belirlediği sosyal roller üzerinden biçimlenen sosyal yapılar ve kurumlar tarafından korunan ilişkiler ağı içerisinde ayakta kalmaya çalışan LTBG bireylerin hayat mücadelesini ele alırken satır aralarında sosyal ikiyüzlülüğün altını çiziyor
NİLÜFER ALTUNKAYA
Cem Kalender’in okurları tarafından merakla beklenen yeni romanı Mazarin Mavisi, Doğan Kitap etiketiyle yayımlandı. Her yeni romanında fazla dokunulmamış konuları cesur bir yaklaşım ve kendine özgü bir üslupla ele alan yazar, bu romanda da toplumcu yaklaşımla eşcinsel bireylerin hayatlarını konu ediniyor. Romanın ana kahramanının yaşadıkları çerçevesinde aslında hem bir döneme hem de LTBG bireylerin zorluklarla dolu yaşamlarına konuk oluyoruz.
Tuna, ataerkil bir ailenin birçok kız çocuğundan sonra o çok beklenen oğlu olarak dünyaya gelir. İçe kapalı bir kişiliğe sahip olan Tuna’nın yaşıtlarından farklı uğraşları ve hevesleri vardır. Tuna ergenlikle birlikte kendindeki farklılığı sezinlemeye başlar. Böylece her türlü baskıya rağmen hissettiği cinsel kimliğine kavuşabilmek için yaşadığı kasabayı ve ailesini terk etmeyi göze alır.
Tuna’nın kendini gerçekleştirme serüvenini konu alan Mazarin Mavisi, çok katmanlı olay örgüsü ve ana kahramanın yolculuğunda rolü olan yan kahramanlar açısından zengin, yoğun bir roman. Toplumsal Cinsiyet ve LTBG bireylerin dünyasına daha yakından bakabilmek adına işlevsel bir roman olduğunu söylemek de mümkün. Çünkü aynı süreçlerden geçmek zorunda olan diğer eşcinsel ya da transseksüel bireylerin de yaşayabilmek için verdiği mücadeleye tanık olmamızı sağlıyor. Tuna’nın yolculuğunda belki gündelik hayatlarımız içinde çok da farkında olmadığımız bir dünyaya da adım atıyoruz. Yaşadığımız şehirlerde aslında ‘öteki’ olmanın bedelini ödeyenlerden saydam duvarlarla yalıtılmış olduğumuzu anlıyoruz. Oysa onların yaşadığı gerçeklik toplumun büyük kesiminin görmezden geldiği çarpıklıklar, acılar, haksızlıklar ve şiddetle dolu bir dünyanın gerçekliği.
Romanda toplumsal normların belirlediği sosyal roller üzerinden biçimlenen sosyal yapılar ve kurumlar tarafından korunan ilişkiler ağı içerisinde ayakta kalmaya çalışan LTBG bireylerin hayat mücadelesi ele alınırken satır aralarında sosyal ikiyüzlülüğün altı çiziliyor. Özellikle devleti simgeleyen polislerin uyguladığı şiddet, hetero-erkek bireyin kendisinden güçsüz olana uyguladığı sistemli baskıyı çağrıştırıyor. Yazar, toplumda var olan gizli eşcinselliğin boyutlarını ara hikâyelerde vurgulamayı da ihmal etmiyor.
Yeniden ana hikâyeye dönersek kendini gerçekleştirme ifadesinin altını çizebiliriz. Heteroseksüel anlayışın dışında kalan bireyin kendini gerçekleştirme süreci elbette ‘öteki’nin kendini gerçekleştirme süreci olarak çok daha sancılı, toplum tarafından bedeli ağır ödetilen bir süreçtir. Tuna’nın hayatında bu süreç iki önemli atılımla gerçekleşir. Kendine özgü kırılma noktaları olan bu iki süreci yeniden kozadan çıkış ve eski kabuğu soyup yeni bir doğuş olarak düşünebiliriz.
Hacimsel yoğunluğu da olay örgüsel yoğunluğu da daha belirleyici olan ilk kitap, gerçekçi ve etkileyici sahnelerle başlıyor:
“Küçük Bayram Sokağı, gürültüsü, kalabalığı, kavgaları, polis baskınları ve o bildik kokusuyla Beyoğlu’nda bir istisnaydı. Kokardı sokak, zemheri ayında bile. Ter, sperm, anason, şarap ve tütün kokusu vücutlara boca edilen ucuz parfüm kokusu yayardı ama nedendir bilinmez kimse şikâyetçi olamazdı bundan.” (s. 16)
Böylece ilk olarak Beyoğlu’nun Küçük Bayram Sokağı’nda yaşananlarla Handan’ın ve arkadaşlarının polis baskınıyla yaşadıklarına tanık oluyoruz. Burada yaşananlar okurda iz bırakan gerçekçi ve akıcı bir dille anlatılıyor. Özellikle polislerin insan hakları ihlalleriyle dolu keyfi uygulamaları baskıcı devlet anlayışının eleştirisi olarak düşünülebilir. Diğerlerine göre daha bilinçli olan Metin’in bakış açısıyla örgütlü olmanın önemi vurgulanıyor. Yaşanan şiddetin olağanlaştırılması ‘öteki’ olmanın bir suç olarak algılanmasının doğurduğu tepkisizliğe dönüştüğü için sokağın yazgısı değişmiyor. Metin, bir üst bilince erişmiş olsa da bu kısırdöngünün kırılması çok kolay bir mesele değildir elbette:
“Ekip arabasına bindirildiğinde hırpalananların, aşağılananların, dayak yiyenlerin acılarını, öfkelerini ve çaresizliklerini görünce kendinden çok onlara üzülmeye başladı Metin. Aslında gözaltı, şiddet, küfür, hakaret, aşağılanma Küçük Bayram sokağı sakinleri için hayatın, çok sık karşılaşılan önemli bir parçasıydı. Bunu çok iyi bilmesine rağmen alışmak istemiyordu. En fenası buydu; alışmak, kanıksamak, tepki koymamak. Bu sokağı alıştırmışlardı; baskın, gözaltı ve işkence sokağın yazgısı olmuştu.” (s.25)
Handan’ın Abanoz Sokak’ta, dört katlı eski bir apartmanın bodrum dairesinde sürüp giden yaşantısı annesinin ölüm haberini almasıyla kesintiye uğruyor. Böylece İkinci Bölüm’de Tuna’nın bir taşra kasabasında geçen çocukluğuna dönüyoruz. Feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü baskıcı bir babadan ve huzur bulamadığı aile ortamından sağ salim kaçarak kendini gerçekleştirmenin dikenli yollarına adım atacaktır Tuna. Kendisini Fen bilgisi dersinde öğrendikleri başkalaşım geçiren hayvanlarla özdeşleştirir. Çocukluktan ergenliğe geçerken kendindeki farklılıkla yüzleşmek zorunda kalan okulda ve aile içinde huzur bulamayan Tuna’nın doğaya olan merakı dikkat çekicidir. Doğa yargılamaz. Kelebeklere olan özel ilgisi ruhuna huzur veren bir hobi değildir sadece. Bu noktada tırtılın kelebeğe dönüşmesi kendini gerçekleştirme yolculuğundaki ana kahramana gönderme yapan çok önemli bir metafor olarak karşımıza çıkar.
Tuna’nın Handan olmak için kozasından çıkıp kelebeğe dönüşmesi elbette kolay olmamıştır:
“Elbette kolay olmuyordu bu uzun dönüşüm süreci, zor bunalımlı ve sarsıcı geçiyordu Ayfer’in desteğine rağmen. Zaman geliyor duygusal çöküntü ve öfke patlamalarıyla. Tıpkı loğusa kadınlar gibi kendini odasına hapsediyor ve daha ne işe yaradığını bilmediği ilaçları avuç avuç içiyordu.”
Soğuk bir cumartesi akşamı Küçük Bayram Sokağı’na büyük bir operasyon düzenlenince Handan ve arkadaşları birbirlerinin izini kaybedip başka hayatlara sürüklenir. Ne yapacağını bilemez bir haldeyken Handan başından geçen talihsiz olayların sonrasında taşradaki Tuna olarak tanıdığı doktor Ferhan’ın yanına gider. Handan’ın ikinci kez kabuk değiştirmesi Doktor Ferhan’ın yanında yeni bir hayat kurmasıyla gerçekleşecektir. İkinci kitapta okur bu dönüşüm nasıl gerçekleştiğini öğrenir.
Cem Kalender, roman kahramanlarına hayat verebilen iç dünyaları ve yaşadıkları dönüşümlerini okurun duygu dünyasında iz bırakacak şekilde hikâyeye katabilen bir yazar. Bu açıdan baktığımızda yan karakterlerin de işlevsel olduğunu ve okurda kendi hikâyeleriyle iz bırakan çok boyutlu karakterler olduğunu belirtelim.
Romanın olay örgüsü, bir karakter hikâyesi olarak ana karakterin yaşadıkları üzerinden biçimlenirken olay akışı hikâyenin odağından uzaklaşma riskiyle birlikte gittikçe şaşırtıcı bir zenginliğe ulaşıyor. Hikâyenin bu yoğun olay akışını geriye dönük zamansal sıçramalarla kuran yazar, bu romanında da güçlü betimlemelerle okura iç gerilimi yüksek bir okuma deneyimi yaşatıyor.
Cem Kalender bu romanında düz anlatım kullanarak olay örgüsündeki ayrıntıları zamansal geri dönüşlerle okura aktarıyor. Bu açıklayan anlatı biçimi nedeniyle ikinci kitap birinciye eklenen ve hikâyenin düğümünü kahramana açıklatan ayrı bir bölüm olarak kalıyor. Geri dönüşlerin düz anlatımla yapılmış olması da anlatıyı yavaşlatan okuru odaktan uzaklaştıran sakıncalar barındırıyor. Bunları daha farklı bir yöntemle katmanlı bir kurguyla da yapabilirdi diye düşünsem de dilin ve anlatımın yarattığı etki bu olumsuz yargılarımı hafifletti diyebilirim.
Sonuç cümlesi yazmadan önce gözlerimi kapatıp roman kahramanlarıyla göz göze geldiğime, Tuna’nın kasabasından, Beyoğlu’na uzanan yolculuğunda yaşadıklarına yakından tanık olmuş gibi hissettiğime göre böyle bir romanı kaleme alma cüreti gösteren yazara minnettarlık duymak bütün estetik yargıların ötesinde bir duygu barındırıyor. Mazarin Mavisi okunması, okutulması tartışılması gereken bir roman.