Başkanlık sİstemİ üzerİne yapılan tartışmalarda “Türk tİpİ başkanlık sİstemİ”ne İhtİyaç duyulmasının nedenİ, hatırlanacağı gİbİ, ağırlıklı olarak hızlı ve kolay karar almak olarak belİrtİlmekteydİ

GÖKSU UĞURLU*

Bugün seçim günü. Her şeyin buna endekslenmesi için aylardır (hatta yıllardır) uğraşılan ve muhalefetin de sonuna kadar odaklandığı seçim günü. Uğruna tatillere tatillerin eklendiği, saatlerin durdurulduğu, nefeslerin kesildiği inanılmaz, ultra heyecanlı seçim günü. Söylendiğine göre bu seneki iki seçim de “diktatör”ü göndermek ile göndermemek meselesidir ve bizim için hayatidir. Bir ölçüye kadar katılabiliriz elbet; evet, önemli bir seçimdir ancak ne seçime sırt çevireceğiz, ne de ondan çok şey bekleyeceğiz. Bu seçim de diğerleri gibi mücadelenin yalnızca bir momentidir ve eğer derdimiz bir kişiyle değil, o kişiyi de yaratan sistemle ise öncelikle neyle ve kiminle mücadele etmemiz gerektiğini bilmemiz gerekir.

Bu yazı, uzunca zamandır gündemden düşmeyen ve diktatörlük, otoriterlik, faşizm ve başkanlık gibi kavramlar etrafında dönen tartışmaya müdahil olarak onu farklı bir yerden okuma önerisinde bulunacaktır. Peşinen söylemek gerekirse, tartışmaların zemininde iki temel sürecin olduğu ileri sürülebilir: “Devletin uluslararasılaşması” ve Türkiye’de özellikle 2008 sonrasında artan Körfez “sermaye”sinin temsili...

Devletin uluslararasılaşması, en genel biçimde kapitalist bir devletin “içerideki” sermayeyi “dışarıdakiler” karşısında koruduğu dönemden bir farklılığı olduğunu ileri sürer. Artık dışarıdan gelen sermaye doğrudan ve aynı zamanda içerideki belirli sermaye fraksiyonları ile ortaklıklar ya da ideolojik bağdaşmalar kurarak dolaylı bir şekilde devlet içinde temsil imkânı edinir. Bu durum, hangi sermaye grubunun diğerinin önüne konulacağını önceden belirlemez ve devlet aygıtlarını bir şekilde (genelde seçim sonrasında) ele geçirmiş bulunanlar çelişkili temsil süreçlerine açıktır.

Körfez “sermaye”sinin Türkiye devleti içinde temsil bulma kapasitesi en kaba haliyle bu şekilde açıklanabilir. Körfez “sermaye”si, kapitalist devletin güncel formunun ihtiyaç duyduğu siyasi olan ile iktisadi olanın biçimsel ayrılığını kabul etmeyen ve ayrımın gerçekleşmesi yönündeki Batı merkezli talep ve baskılara “direnen” Körfez ülkelerinden akan, temeli petro-dolarlar olan “sermaye”dir. Kendi “direniş”ini gerçekleştirebilmek için başka ülkelerde de temsil bulma ve bölgesel dinamikleri etkileme gayretindedir. Bu bakımdan, Körfez ülkeleri ve Türkiye’de iktidar olan menfaat açısından esas olan neo-liberal devlet formunun bölgede egemen kılınmamasıdır.

Örneğin, Suriye’nin neo-liberal devlet biçimine kavuşmasına karşı geliştirilecek politikalar, Türkiye’nin “ulusal çıkarı” ile uyuşmuyor olsa dahi, ülke gündeminin neredeyse en önemli konusu haline gelebilecektir. Burada kararı alanın “irrasyonel” tavrına dayandırarak sorunu iktidar hırsına yaslayabilirsiniz. Bu, tercih edilebilecek yollardan bir tanesidir. Özellikle mevcut cumhurbaşkanının kişisel özelliklerinin artık iktidar partisine “zarar verdiği” yolundaki yorumlar ile birlikte AKP’nin kendini yeniden eski demokratik günlerine döndürmek için kişisel hırslardan arınması gereğini öne sürdüğünüzde bu tercih anlamlı hale gelecektir. Yahut seçimler yoluyla baskı uygulayarak “Erdoğansız AKP” arzularınız bu tercih bakımından beklenirdir. Ancak temsil mekanizmasının içinde yer alan faillerin çelişik ruh hallerinin esasında devletin içinde bulunduğu birçok çelişkili talep ve bu çelişkileri yansıtan temsil gruplarından kaynaklandığının farkına varırsanız gerçekte ne kadar büyük bir acz ile karşı karşıya olduğunuzu da idrak edeceksinizdir.

Batı merkezli taleplere “direnen” Körfez “sermaye”si ile bu direnişin güdümünde dış politikalar üreten bir hükümetin kendi içinden ve dışından, ülke içi ve ülke dışı talep ve baskılarla bölünmeye yaklaştığında yapabileceği son şeyin “gidersem hepinizi yakarım” gibi bir tavır olması beklenmedik değildir. Artık çelişkili temsil baskıları altında ezilmiş “devlet başkanı” için iktidarını her şey pahasına korumak ve en temelde iktidarını borçlu olduğu sermaye grubunun çıkarlarını gütmek hayati bir önem arzedecektir. Bunları gerçekleştirirken de önünde duran hukukun üstünlüğü, parlamento, demokrasi gibi ilkelerle hesaplaşması, onları bertaraf etmesi gerekir. Temsili gerçekleştirmek için ihtiyaç olunan güçlü yürütme organına kavuşma amacı da her şeyin önüne geçecektir. Sıkça tartışılan bir mesele böylece şekle bürünür: Arzu edilen (Türk tipi) sistem Amerikan tipi başkanlık ile Fransız tipi başkanlık sistemlerinden nasıl farklılaşmaktadır? Cevap, Körfez temsilinde gizli olabilir mi? Mesela “Emirlik tipi başkanlık sistemi” kulağa hoş gelmiyor mu?
Başkanlık sistemi üzerine yapılan tartışmalarda “Türk tipi başkanlık sistemi”ne ihtiyaç duyulmasının nedeni, hatırlanacağı gibi, ağırlıklı olarak hızlı ve kolay karar almak olarak belirtilmekteydi. Parlamento, acil alınması gereken kararların uzun tartışmalar altında boğulmasına neden oluyordu. Bir başka deyişle sermayenin ihtiyaç duyduğu hız da siyasi olarak kesiliyordu ve hızlı, çoğu zaman da görünmeden giren Körfez “sermaye”sinin temsili kendisi gibi iktisadi kararların siyasi güçle bezendiği bir yapıyı gerektiriyordu.

Temsilini gerçekleştirdiği Körfez “sermaye”sinin yürütücüleri karar aldıklarında hukuk, parlamento, demokrasi gibi etkenlerle sınırlanmaz iken ve sermayeleri ile birlikte eyleme tarzlarını da kendisine sunarken bir “devlet başkanı”nın “Ah, ben de onlar gibi Emir olsam, özgürce memleketin üstünde tepinip dursam!” hayallerine kapılması şaşırtıcı değil.

Kısacası, eğer bir faşizmden ya da diktatörlükten bahsetmemiz gerekiyorsa onu mümkün kılan ve onun yaslandığı sermaye grubunu da göstermemiz gerekir. Günümüzde bunu illa içeride aramamız gerekmez. Tam aksine özellikle azgelişmiş kapitalist toplumsal formasyonlar bakımından içerideki çoğu zaman yalnızca dışarıdakinin müttefikidir. Bu nedenle devlet iktidarının mevcut şekilde kullanılmasını mümkün kılan sermaye desteğinin işaret edilmesi önemlidir.

Son nokta olarak; yukarıda ana hatlarıyla verilmeye çalışılan temsili süreç her ne kadar hepimizi boğmaktaysa da, karşı kutbu yani Batı merkezli sermayenin temsili de bizim için çare değildir. Erdoğan gidecekse kendisiyle beraber kalıntılarını da götürmelidir. Kişisel hırslardan arınmış bir AKP ya da adı ne olacaksa, emperyalizmin taleplerinin taşıyıcılığını yapan yumuşak görünümlü (belki de Abdullah Gül tontonluğunda) bir hükümet de aynı şekilde burjuva diktatörlüğüdür. Bize kısa bir nefes aldıracak diye ciğerlerimizi başkasına emanet etmemize gerek yoktur...

Hacettepe Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Araştırma Görevlisi