Yeni çağın yeni normal insanlarına ithaf ettiği “Delirmiş Evrenin Ortasında” adlı novellası ile Gülşah Elikbank kendi zamanına tanıklık da ediyor bir nevi.

Belki de hepimiz delirdik

BUSE İLKİN YERLİ 

“Kurban olmayı reddeden bir kurban” Ressam Meryem’in karmaşık, insanı hüzünlendiren ilişkilerini sorgulamasıyla başlıyor Gülşah Elikbank’ın Destek Yayınları tarafından yayımlanan “Delirmiş Evrenin Ortasında” adlı novellası…  

Romanınız sanki bize yeni bir delilik tanımı sunuyor. Delirmiş Evrenin Ortasında derken kast ettiğiniz tam da günümüz dünyası, fakat sanki daha ötesi de var, ne dersiniz? 

Albert Camus kendi yaşadığı 20. yüzyılı korku çağı olarak adlandırmıştı, bense kendi zamanımı dehşet çağı olarak adlandırmak istedim bu hikâye ile. Sadece ben değil, sıcak savaşlardan sonra bambaşka bir kaosun hüküm sürdüğü, her şeyin gizliden ilerlediği, ölümün bile sinsice sokulduğu bir zamanda yaşamak zorunda kaldık bizler. Bir yandan oldukça modern diğer yandan çok zalimce. İnsan ilişkileri söz konusu olduğunda ise, şefkatsiz, sevgisiz, mesafeli… Bu mesafe insanın doğasına aykırı. Bir yandan da tüm bu kaosun içinde normal bir sabaha uyanmak ne kadar mümkün? Aslında sormak istediğim bu hikâyeyle, nasıl oluyor da hâlâ çıldırmıyoruz? Ya da hep birlikte delirdik ve o yüzden mi anlamıyoruz gerçeği? 

Meryem’in ilişkileri bize ve çağa dair çok fazla şey söylüyor. Aykırı bir ressam, sanata sığınmış yaralı bir ruh. Onun hayatı nasıl bir gerçekliğe dikkat çekiyor? 

Meryem oldukça travmatik bir çocukluğa sahip. Dolayısıyla sağlıklı düşünebilen ya da uygulayabilen bir birey değil aslında. Fakat bir şekilde hayatta kalmanın yolunu; hepimiz gibi buluyor ve sonrasında çocukken öğrendiği ilk kuralı uyguluyor: hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamıyor. Bu bir savunma mekanizması elbette. Sert bir kabuğu var ama en savunmasız anında o kabuk kırılıp parçalanıyor ve içinden yaralanmaya daha açık bir kadın daha doğrusu bir kız çocuğu çıkıyor. Bizimki gibi babalarıyla sorunlu ve eksik ilişkileri olan dahası cinsel travmaların yaygın olduğu bir coğrafyanın kadını Meryem; sağlıklı bir ilişkinin ne olduğuna dair bir tanım yok elinde bu sebeple. Onun kendi zihninde farklı gerçeklikleri ve kuralları var. Toplumla bir türlü uyuşamamasının, kendini aykırı hissetmesinin nedeni de biraz bu.  

Geçmişin benzer yaralarının toplumdan kopuklaştırdığı Meryem ile Erdal kendi gerçeklerinden sıyrılarak nasıl bir gelecek hayal ediyorlar? 

Aslında bir gelecek hayal edemiyorlar. Onların sorunu da bu. Onlar için sadece bu an var. O kadar tutkulu hissetmelerinin ve önlerindeki tehlikeleri pek görememelerinin nedeni de bu. Bazen öyle birine rastlarsınız ki, onu kaybetmemek için tüm dünya gözünüzde yavaş yavaş silinir, geriye bir tek o ve siz kalırsınız. Onlar için de böyle. Bugün ve yarını aynı şey olarak görüyor ve ona göre davranıyorlar. Uzun zaman gelecekten tek dileği hızlı yaşayıp ölmek olan insanların mutlu bir geleceğin olasılığına inanması pek de kolay olmuyor haliyle. Mutluğunun ne olduğunu ve nasıl elde tutulacağını bilmeyen insanların acemiliği var ikisinde de. 

Geçmişle yüzleşmeden iyileşemeyiz  

Yaşadıkları travmalara karşın Meryem ile Erdal’ın aradıkları ve birbirlerinde buldukları nedir? Erdal’ın hikâyesi Türkiye yakın tarihi için de çok şey söylüyor bir yandan.  

İnsan yarası yarasına denk olanı sever, derler ya hani; bu biraz da böyle onlar için. İnsan bir diğerinin derdini belki dinleyebilir, empati kurup hissetmeyi de deneyebilir ama asla gerçek anlamıyla aynı acıyı duyumsayamaz; eğer ki kendisi de o acıdan geçmemişse… İşte onlar benzer acılardan geçip, aynı savunma mekanizmalarıyla bugüne ulaşmış iki kayıp birey. İki kaybın birbirlerini bulunca, dünyaya yeniden gelmiş hissetmeleri de son derece doğal. Akıl dışı olduğu kesin ama ikisi de akıllarının başında olmadığının son derece farkında. Erdal’ın hayatının ortasında patlayan bombalar, bu ülkede yaşayan herkesin yaşamına etki etti. Sadece biz öyle olmadığını düşünerek, unutmaya gayret ederek yola devam etmeye çalışıyoruz. Devam da edemiyoruz, sürekli tökezliyoruz. Çünkü hiçbir acı tam yaşanmadan unutulmaz gerçekte. Hatırlamadan, yüzleşmeden bir iyileşme söz konusu değil hiçbirimiz için.  

Meryem’in, kalbiyle güvendiği Erdal’ın travmalarını iyileştirme isteği kendisini iyileştirme çabası olarak da değerlendirilebilir mi? 

Bir önceki romanımda bir insanın yarası ancak başka bir insanın yarasını sardığında kapanır, yazmıştım. Sanıyorum Meryem ve Erdal’in hikâyesi o cümlemin tam karşılığı. Asla iyileşemeyecek bir yaranız olduğunu düşünüyorsanız ve o kedere sahip bir başkasına rastladıysanız, onu o cendereden çıkarmak için her yolu denersiniz. Çünkü o çıkarsa bu sizin de çıkabileceğiniz anlamına gelir bir bakıma. İnsan bunu elbette bilinç düzeyinde, böyle ince hesaplarla yapmaz. İnsan zihninin bence en büyülü yanı da bu. İçeride bizden habersiz çalışan kurulu bir mekanizma var. Biz ona sahip olduğumuzu sanıyoruz ama en olmadık zamanlarda iplerin aslında onun elinde olduğunu fark ediyoruz. Erdal ile yani bir benzeriyle karşılaşması, Meryem’in aynaya bakmasına neden oluyor bir bakıma. En sert yüzleşmeler kendimizle olanlardır. Meryem kendi acısını yıllarca içinde öyle büyütüyor ki, artık başkalarına karşı körleşiyor. İnsanlardan, hayattan nefret ederken aslında en çok kendinden nefret ettiğini fark ediyor. Kendine ihanet ettiğini, kendi acısını hep görmezden gelmeye çalışarak, en büyük kötülüğü de kendisine yaptığını görüyor. Capcanlı o resimlerle gizlediği içindeki ölü kız çocuğu oradan çıkıp ona iyi bir ders veriyor. Resmindeki ve dolayısıyla hayatı algılayışındaki bu keskin değişim, iyileşmenin başladığını işaret ediyor. Hani en dibi, en karanlığı görmeden aydınlık gelmez ya; bu da biraz öyle. 

İlk kez sizi daha karanlık bir hikâye ile gördü okurlarınız, mutlu olmak artık mümkün değil mi? 

Elbette mümkün ama mutluluk sürdürülebilir bir duygu değil insan için. Sadece bir an ve gelip geçiyor. Oysa kederler, acılar derinde bir yere yerleşiyor ve nereye gitsek bizimle geliyor. Acıdan geçmeden insan büyüyemiyor gerçek anlamda. Fakat o acıya nasıl tepki verdiğiniz de önemli. Hayat başımıza gelenlerden çok, onlara tepki verme şeklimizle oluşur ne de olsa. Bu sebeple aynı ailede büyüyen ve benzer travmalara sahip iki kardeş, bambaşka bireylere dönüşür örneğin. Aynı acıya farklı reaksiyon göstermişlerdir çünkü. Meryem de sonunda bunu fark ediyor; başına gelenlere tepki verme şeklini değiştirme cesaretini gösteriyor. Kime en mutlu zamanını sorsak, bize koca hayatı boyunca belki iki-üç hatırasını sayar ama kederlerini sorsak; sohbetin sonu gelmez. Biraz da hayatın hüzünlü bir şey olduğunu kabul etmek gerekiyor. Biz o hüzünden bir neşe yaratabiliyor muyuz, bunun yolunu bulabiliyor muyuz, sanırım o çok önemli. İradenin iyimserliğini seçebilmek çağın Don Kişot’u olmak demek…