Fırat’ım ben 9 yaşında, simsiyah gözlerimle bakıyorum, bombayla parçalanan Ceylan’ın gözleri kadar zeytin siyah...

Fırat’ım ben 9 yaşında, simsiyah gözlerimle bakıyorum, bombayla  parçalanan Ceylan’ın gözleri kadar zeytin siyah... İki gün önce öldürüldüm, mutluluk yemekleri pişmesi gereken bir mutfakta, ekmek bıçağıyla, parçalarım dolaşmak istediğim sokaklara dağıldı… Parçalandım. Eğer büyüyebilseydim anlamak isterdim, torununu bütün sıcaklığıyla okşayan anneannenin beni korku filmlerinden daha korkulu ellerini, klasik müzik eğitimi almış üveyannenin beni sarsan yumruklarını… Vivaldi dinlerdim belki ben de yaşayabilseydim, Çaykovski… Kim bilir? Gürcistan nere ki? Haritadan bulabilir miyim, okulu terk etmem gerekmeseydi. Anlayabilir miydim başka bir ülkeden gelmiş insanları, neden geldiler, Aksaray’da ucuz yemek kokan bir lokantada çalışmak için, fırıncı olan babamı tanımak için… Antep nere ki? 5 yıldır görmediğim annemin yaşadığı…  Acaba öğrenebilir miydim, Gürcistan’ın Sovyetler denen büyük bir devletten ayrıldığını, 1991 sonrası. Evet öğrenebilirdim üniversiteye gitsem… Öğrenebilirdim belki kaçak çalışan onlarca insanı o dünyadan artakalan… Aksaray’da, Eminönü’nde, Etiler’de…

Ne oluyor? koca gözlerle anlamaya çalışıyorum, üzerine kan damlamış gazeteleri, 3. sayfaları… Oysa çocuk sayfası okumak isterdim, bulmacalar çözmek… Harf ve şehir oynamak.  Anlamak istiyorum; Kayseri’de, geçen yıl bayram da şeker almak, el öpmek için evden çıkan 3 çocuğun kaybını, sonra öldürülüşlerini, bir bozkıra gömülüşlerini… Anlamak istemiyorum babaların, sevgililerin karılarını, annelerimizi öldürüşlerini, neredeyse her gün. Aşk ve sevgi nedir ki? En sevdiği kadının bacaklarını kopartan, başını gövdesinden ayıran bir erkek mi? Kayseri’de çocukları öldürene bakıyorum, ne kadar çok benziyor, köşedeki adama, sokakta karşılaştığım herhangi birine… Eğer büyüseydim belki Dostoyevski okurdum, özellikle de Suç ve Ceza’yı… Kendi cinayetini meşrulaştırmaya çalışan, yoksul hukuk öğrencisi Raskolnikof’u… Suçlu kimdir? Cani? Bir öz mü, doğuştan bir şey mi? O iki ayaklı canavar mı yoksa? Hiç mi etkisi yok, işsizliğin, çöken tekstil sektörünün, kredi kartları borçlarının, alkol batağının, kaybetme duygusunun… Gazetelerin parlak ekonomi sayfalarının görmediği tüketen, boşandıran krizin… Evet okuyabilseydim, yaşayabilseydim; bunları da düşünebilirdin belki… Ama olmadı işte, bir bıçak kesiverdi kemiklerimi çıtırdatarak, bütün bu soruların yaşayan imkanını… Peki nedir ki imkan? Oynamak için mızıldandığım sokaklara, köşe başlarına dağılırken kanlı parçalarım… Nedir ki imkan, umut? Daha sonrası… Yaşamak!

 

Ben Fırat, dün gömüldüm, annemin ziyaret edebileceği kadar yakın bir yere, Fırat nehrine yakın bir toprağa, Kayseri’deki üç kardeşim gibi… Yaşasalar da okuyamadığım Kemalettin Tuğcu kahramanları gibi bir şeyler satmaya çalışan, araba altlarında sürünen tamirci çırakları gibi… belki de onlar gibi olacaktım… Bir tamirci çırağı… Yaşasaydım Cem Karaca’yı da dinlerdim belki…

 

Olmadı… Öldüm işte… Öldürüldüm…

Siz orada dururken, kara gözlerime bakarken mürekkep kokulu sayfalar da… Bir daha ki ölüme kadar…

 

Gittim ben.

Ben Fırat.

Hayat dersinde öldürülen bütün çocuklar gibi.. Ya da devlet.

Arkadaşlarıma 1 Nisan şakası yapamadan.

Gittim…